30 Kasım 2007 Cuma

KARINCA

Önceden böyle değildim.
Öyle bir içime işlemiş ki daha dün gibi hatırlıyorum her şeyi.
O gün çektiğim yeni fotoğrafların ve kaydettiğim farklı seslerin verdiği heyecanla bir solukta üçüncü kata çıkmış, kapının önünde gördüğüm bir sürü ayakkabı heyecanımı daha da artırmıştı. Sonra cebimdeki kâğıt parçaları arasından anahtarı aceleyle çıkartıp, iki yıldır ölmekte direnen babamın gözlerinin bir daha açılmamacasına kapanmasını umarak içeri girmiş, manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım.
Hâlâ yaşıyordu. Çantamı odaya bıraktıktan sonra yüzüme giydirdiğim üzüntü ifadesiyle -başıma gelebilecek en kötü şeyi düşündüm- yatağın sol ucunda yarı oturan kapı komşumuz ile diğer tarafında solgunca duran birkaç sevmediğim akrabamıza kafamı hafifçe salladım. Bu ne iyi ettiniz de geldiniz demekti. Düşündüğüm tek şeyse acıyı fotoğraf karesine hapsetmekti. Daha sonra zili çalan üst kattaki, hep rahmetli anneme benzettiğim, dolgun bacaklı kadının yanıma kadar gelip “Ah, Kaan Bey evladım metin olmalısın,” sözleri dayanılacak gibi değildi.
Leylâ, kaşığında kalan dondurma parçasıyla birlikte beni ürküntüyle dinliyordu. Her şeyi, ne var ne yoksa her şeyi, bilmesini istiyordum. Leylâ’nın “Bir insan babasının ölmesini nasıl isteyebilir?” derken ki bakışını hiç unutamam. Anlatmaya daha kısık sesle devam ettim:
“O kahkahaları da hiçbir zaman unutamadım. Aradan bir asır geçse bile yüz ifadem gözümün önünden gitmeyecek, gülme sesleri cümlelerime karışıp beni takip edecek. Bu beni boğuyor. Beklediğim en sonunda gerçekleşti. Tek iyi yanım, sürekli çevirip durduğum tahta çemberin etrafında dolanan karıncayı hep farklı karınca sanmammış. Hep böyle derdi babam. Evet, artık öldü.”
Etrafımızda bizi dinleyen var mı diye bakındım. Az önceki kişiler yoktu. Bir yudum su içtim ve kaldığım yere döndüm.
“Odada kimsenin olmadığı bir anda fotoğraf makinesiyle babamın dudağının kenarındaki kanın resmini çekmiştim.” Âdeta sırtıma binip tüm gücüyle bastıran bu lafı bir nefeste söyledim.
“Muhterem ölü, sahi sübhaneke nasıl başlıyordu? Ardından söylediğim bu cümle, bir anda beni kahkahaya boğunca, ağzımdaki kararmış sakızı babamın yüzüne fırlatmış, içeri birinin girmekte olduğunu fark edince de sakızı babamın hâlâ sıcaklığı geçmeyen yanağından hemen alıp ağzıma tekrar atmış ve ağlamaya başlayarak gülme seslerini gizlemeye çalışmıştım. Buradaki ‘bir’ deyişi önemli. Hepsini toplasan ya bir eder ya da etmez. Ben etmeyenlerdendim. Her iki yanıma istediğin kadar sıfır koy aynı kalıyordum.”
“Şimdi, matematiğe ilginin böyle başladığını demeyeceksin, değil mi?” diye söze girdi Leylâ. Yüzündeki anlam aynıydı: Solgun, ürkek, belki kızgın. Bir yudum daha su içmek istedim, bitmişti, içim yandı. Bakışlarım parmaklarına doğru kayarken “Elbette ki değil” dedim. Bir süre sessiz kaldık. “Dondurmanın çikolatalı kısmını yerken gözlerini kısışın ve çikolatanın eline damlayışı yok mu…” diye içimden geçirdim. Yoksa hâlâ her şeyi söyleyemiyor muyum? O sırada garson kız galiba üçüncü kez geldi ve “Başka bir şey arzu eder misiniz?” dedi nazikçe. Gözlerim ister istemez gümüş kolyeli kızın tenine uyum sağlayan beyaz giysisine takıldı. Bir şişe su daha getirmesini rica ettim.
Leylâ’nın biraz duraksayarak “Çok ilgili baktın” sözüne “Evet, güzel kız doğrusu ama sadece o kadar,” diye cevap verince rahatladığını hissettim. En azından öyle olduğunu sanıyordum. Sonra Leylâ, konuyu bir anda değiştirdi:
“Biliyor musun dondurma yemek, özellikle en dipteki çikolatasını yemek, bana hep salıncakları anımsatıyor.”
“Daha çok çocukken sevildiği için mi?” Dudaklarım başka, içim başka söylüyordu. Aklımın ipleri hâlen geçmişteydi, Leylâ ise beni kendine doğru çekiyordu. Buna bir süre izin verdim.
“Buradaki en dipte lafım önemli.” Gülümsedi. Anlatmaya başladığım anki yüzünün şekli ilk defa değişmişti. Doğrusu güzel gamzeleri vardı. Öylece baktım; çukurlarına sığınabilirdim. Acaba anladı mı? Bir şey diyemedim, sonra sözlerine devam etti:
“Dedem yazları, biz küçükken, dut ağacının kalın dallarına dırmaç bağlayıp salıncak yapardı. Biz; köydeki en sevdiğim arkadaşım Bahar ve ben. Üzerine minder koyup sırasıyla salıncağa binerdik. Bunun için de kim önce sallayacak diye aramızda bir anlaşma yapardık. Nedendir bilmiyorum her seferinde ben son sallayan kişi olmak isterdim. Yok, aslında biliyordum. Önce o çıkardı mindere. İstediği kadar göklerde uçururdum. Sonra sıra bana gelir ama bazı zamanlarda dedem, “Bırakın oyunu artık, haydi yemeğe,” dediğinde salıncağı bırakmak zorunda kalırdık. E şimdi bunun dondurmayla ne ilgisi var diyeceksin değil mi?”
“Evet, tam da onu söylemek üzereydim.”
“Genellikle dondurmanın önce vanilyalı kısmını bitiririm, çikolatalı -en güzel- yerini ise hep en son yemek isterim.”
“Ve böyle yine eline damlatırsın sonunda di mi?” İkimiz de güldük.
“Şimdi anlatmayı sürdürme sırası sende...” diyince aynı noktaya geldim, bundan sonrası daha da karanlık olabilirdi.
Saatlerdir aynı yerdeydik. Bir taraftan aklım sonuçlardaydı. Gökyüzü kararıyor, pastane yavaş yavaş boşalıyordu. İkimizin dışında sadece birkaç kişi kalmıştı. Çantamdaki fotoğrafları çıkararak konuşmamı fısıltıyla devam ettirdim:
“Toprağa verene kadar daha birçok fotoğrafını çektim babamın. Soranlara hatıra kalması için diyordum. İşte, hepsi burada.” Bir yandan pastaneye giren var mı diye bakıyor, bir yandan da resimleri tek tek gösteriyordum.
“Bu nefesini verdiği ilk an, bu kefene sarılıyken, bu tabutta taşınırken, bu cenaze namazı kılınırken, bu üzerine toprak atılırken, bu..”
“Lütfen yeter artık!” Garson kız ve sarı giysili olduğu hemen gözüme çarpan bir kadın dönüp bize bakınca bir şey yok gibi el işareti yaptım.
“Biraz daha bağır. Sokaktan geçenler sesini duymamıştır belki!” Tuhaf, gözlerim irice göğüslerine takıldı.
“Ben kalkıyorum. Sana daha fazla katlanamam! Oysa ne umutlarım vardı seninle ilgili.”
“Umut.” Yutkundum. Sustum, devam edemedim. Çok mu kırıcı oldum yoksa... O anda geri dönüşü olmayan bir yola saptığımı ve son hız ilerlerken duvara çarptığımı hissettim.
İçerideki hava ansızın değişti, fırtınaya döndü sanki. Ve Leylâ kalkıp gitti.
Sonra hesabı ödeyerek oradan hızlı adımlarla uzaklaştım.
Meyhanede birkaç bira içip eve gecenin ilerleyen saatlerinde geldim. İnsanın evinin olması güzel ama kapıyı açacak kimsesinin olmaması ne kötü, diye düşündüm apartmanın girişinde. Asansörün düğmesine bastım; birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat. Durdu. Anahtarı kapının deliğine sokup içeri girdim. Ayakkabılarımı dışarıda bıraktım. Evde çıt yok. Aranın, sonra da misafir odasının lambasına bastım. Moralim bozuktu bozuk olmasına ama atama sonuçlarını öğrenmeliydim. Bilgisayarı açtım, kasadan çıkan cızırtıyla bir an için rahatladım. İnternete girdim. Sonuçlar açıklanmıştı. Sayfaya kimlik numaramı heyecan içinde yazdım. Önce Ağrı-Eleşkirt yazısını gördüm, sonra ‘atandınız’ yazan yeri. Artık hiç bilmediğim bir köyün matematik öğretmeniydim.
O sabah, İstanbul’dan ayrılmak üzere hazırlıklara başladım.

Alışmam hiç kolay olmadı.
Doğanın sertliği Ağrı Dağı’nın bazı zamanlar ne dediğini bile anlamadığım insanlarının yüzüne sinmiş burada. Tezek taşıyan kadınları, kazların peşinde koşan ufak çocukları, tek katlı taş evleri, taşlı tozlu yolları, her tarafı çepeçevre saran heybetli dağları, hâlen süren kan davaları, doğru düzgün akmayan suları, sürekli kesilen elektriği… ile çok uzak bir şehir Ağrı. İsmi gibi her daim sancılı.
Öğrencilerimin çoğu küçükbaş hayvan güttüğünden ve bazıları da pancar tarlalarında çalıştığından dersler başlayalı çok olmadı. Çocuklar beni çok sevdi. Hele Hasan... Onlara yeni oyunlar buluyorum. İstanbullu öğretmenimiz var diye övünüyorlar. Yine de günler geçmek bilmiyor, ders ücretlerini almak için ilçeye inmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Teneffüsteyiz şimdi. Pencereye yanağımı dayamışım. Çocuklar dışarıda koşturuyorlar. İçimde Leylâ’nın mezarı. Her gün bir avuç toprak atıyorum. Beni terk edip gitmese onu bu kadar arar mıydım bilmiyorum. Bir de babam... Resimler gözümün önünden gitmiyor. Ya o sesler? Benimleler. Hep. Evet, değiştim. Geçmişimde dağ gibi biriken kelimeleri karşıdan hızla gelmekte olan -okulda tek sevdiğim- Eylül Öğretmen yıkıyor. Sonra sınıfa giriyor, omzuma dokunuyor, ellerine bakıyorum, kırmızı ojeli. Yüzünde endişe. Hemen konuya giriyor:
“Dün, hani şu kaybolan öğrencin Hasan’ın kardeşini elinde bir aygıt ve küçük bir kasetle yakaladım. Ne olduğunu sordum. Önce söylememekte diretti. Israr edince, bir yerden buldum, dedi.” Nefes nefeseydi.
“Nereden bulmuş?” Tahta çemberimde bir karınca peyda oldu.
“Biraz zorlayınca anlattı. Sen dışarıdayken çantanı karıştırmış haylaz. Neden karıştırdın diye kulağını çektim. Onu söylemedi. Sonra işte o kaset ve galiba ses aygıtı. Elinden çekip aldım.”
“Dinledin mi yoksa?” Zihnimdeki çemberin içinde karınca hiç durmadan dolanıp durdu.
“Sana teslim edecektim ama doğrusu içinde ne olduğunu merak ettim. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Akşam dayanamayıp kaseti dinlemeye başladım. İlk başta ne olduğunu anlamadım. Zırıltılıydı. Boğuk seslerin ardından ağlama sesleri geldi. Bir kalabalıktaydı sanki. Sesler haykırışa dönüştü. Kendimi çok kötü hissettim. Allah aşkına nedir bunlar böyle?”
Söyleyemezdim. Babamın cenazesinin olduğu gün evdeki ve mezarlıktaki yakarışları ses aygıtına kaydedip otobüste, vapurda, her yerde dinlemekten zevk aldığımı, şimdiyse eskisi gibi olmadığımı söyleyemezdim.
Anlamazdı.
Sustum.

Zor bir gün oldu. Dersi erken bitirdim. Beni iyi edecek tek şey Eleşkirt’e gidip bankadan parayı almaktı. Yolda ağır ağır ilerlerken, telefonu elime almış, ilk geldiğim gün buraya beni getiren taksiciyi tam çağırmaya hazırlanıyordum ki yanıma kadar yaklaşan beyaz arabadan okulumuzun müdürü “Merkeze gidiyorsan hadi atla,” diyince dayanamayıp bindim.
“Sizi de rahatsız ettim ama..” diye söze başladım. Her zaman olduğu gibi cümlemi tamamlayamadan araya girdi.
“Olur mu hiç öyle şey. Aslında bakarsan bugün ders ücretlerini almaya gideceğini biliyordum Okuldan çıkışını bekledim. Seninle konuşmak istediğim bir konu var.” Bir yandan anlatıyor, bir yandan da gözünü yoldan ayırmıyordu. Köy yolunda zıplayarak ilerliyorduk.
“Hayrola nedir konu?”
“Geçen akşam kapı sertçe çalındı. Televizyonda bir tartışma izliyordum. Yerimden kalkana kadar yumrukladı allahsızın biri. Sonra kapıyı açtım ki bizim Fahri.
“Fahri?”
“Senin Hasan’ın babası.”
“Ha, tamam. Peki sonra?”
“İçeri geçtik. Divana oturduk. Kaan Öğretmenle ilgili diyeceklerim var, dedi.”
“Ne derdi varmış yine?”
“Hasan’ın önceleri sessiz sakin bir çocuk olduğundan, eve gelir gelmez derslerini yaptığından, başarılı da olduğundan, daha bir gün olsun ona karşı gelmediğinden falan bahsetti ilkin. Sonra bir gün onlara gitmişsin. Köydeki çocukları da toplayıp evlerinin önündeki demire oynamaları için el örgüsü bir ip bağlamışsın.”
“Ne varmış bunda?”
Sağlık ocağı, ilçe merkezine yaklaştığımızı haber veriyordu. Sokaklarda yürüyen insanlar da giderek çoğalıyordu. Bir an dalıp gittim. Gökyüzü bile bana solgun geldi. Bu yeri bir kere daha sevmediğimi hissettim. Keşke geri gelmesem, diye düşündüm. Müdür, konuşmasını sürdürdü:
“Hasan, artık babasının söylediklerini yapmaz olmuş. Babası ne söylese itiraz ediyormuş. Hatta babasına elini bile kaldırmış. Onu sen böyle yapmışsın. Ağrı’dan kurtul demişsin. O da kaçıp gitmiş.”
Bankanın önüne kadar geldik. Müdür Bey, teşekkür ederim, dedim. Ve buradan kurtulduysa eğer kendi tercihidir, inanın bunda hiçbir etkim olmadı, diye de ekledim. Cevap vermedi. Sonra arabadan indim.


Sabahtan beri birkaç lokma dışında bir şey yemeyişim, ders anlatmaktan kuruyan boğazım, Eylül’ün kaseti dinleyişi, müdürün katlandığım konuşmasından sonra, bir de bankada dakikalardır sıra beklemekten bitap düşmüşüm. Numara hiç ilerlemiyor sanki. Neden bankamatik kartı çıkartmadım ki, diye kendime kızıyorum. Cama yaslanıp bankaya girip çıkanları seyrediyorum. Bir şehrin insanlarını tanımanın en iyi yöntemlerinden birisi bu, diye içimden geçiriyorum.
Kucağında çocuğuyla gelen kara çarşaflı kadın ve terlikleriyle sabırsızca bekleyen iki çocuk görüş alanıma giriyor. Hepsinin hareketlerini takip etmeye çalışıyorum. Işık yanıyor; on beşinci sıra. Kâğıda tekrar bakıyorum, on dokuz yazıyor.
Kravatlı genç bir adam, uzun beyaz sakallı ihtiyara yer veriyor. Bir asker içeri giriyor, doğruca görevli memurun yanına gidiyor. Sonra zihnim bulanmaya başlıyor.
Camın soğukluğu... Babamın bembeyaz yüzü... Leylâ’nın eline damlayan dondurma parçası…
On altı. Babamın dudağındaki kan… İçeri Hasan’ın babası giriyor... Neydi adı… Fahri… Köşede bekliyor… Elinde bir çanta... Hiç durmadan sallanan ip... Leylâ’nın koca memeleri…
On yedi. Yanağımdaki karınca... Çantanın açılışı... Eylül’ün dinlediği çığlık... Mezarlık... Babamı son görüşüm... Ağzımdaki kararmış sakız... O…
On sekiz. Çantadan tabancasını çıkarıp namluyu bana doğrultuşu... Herkesin telaşla kaçışı… Yerimden kımıldamayışım... Sonra üzerime doğru ateş edişi...

Konuk Yazar: GÖKHAN ÇOBAN
(Not: Koridor dergisinin 2. sayısında yayımlanmıştır)

Hiç yorum yok: