Yazın bunaltıcı sıcaklarının etkisiyle, yenilenmek için kendimi Arapların ve İranlıların artık çoğunluk olarak dolaştığı dev alışveriş merkezinin önündeki, son Osmanlı dönemi mimarisi restorasyonlu 'modern zamane kahvehanesi'ne atıyorum:
-Hoşgeldiniz, siparişiniz lütfen ?
-Bir karamel fırapuçino
-Hangi boy olsun ?
-20cmlik olsun. Bu sıcakta başkası kesmez.
Anlamıştı ama hınzırca gülümsemesiyle anlamamış gibi yaparak 'efendim' dedi.
-Venti... Venti İtalyanca'da 20 demek.
Son derece sade ama bir o kadar da rahat koltuklardan birine oturduktan sonra, kahvemi yudumlarken bir taraftan derinlerden gelen hafif, dinlendirici müziğe diğer taraftan da yan taraftaki sohbete kulağımı kabartıyordum.
Hararetle hayata dair ciddi birşeyler tartışan, bir üniversite anfisinde düzgün Türkçe'siyle ders anlatır edasında sohbet eden 'azınlık' kitle yine bu modern zamane kahvehanesinde toplanmıştı. Yanıbışımızda Araplar çoğunluktaydı, burada ise 'biz' çoğunluktayız. Peki 'gerçek çoğunluk' neredeydi ? 'Bazılarının' sadece %49 olarak görmek isteyip sığlaştırdığı, ayrıksılaştırdığı gerçek çoğunluk...
Piyanistlik hiçbir zaman sadece piyanistlik değildi. Romancılık da tabiki hiçbir zaman sadece romancılık olmamalıydı. Toplumu hiç olmazsa da topluma ait belli bir kitleyi etkileme çabasıyla gündem yaratmak bir hastalığa dönüşmedikçe bunun da hiç kimseye bir zararı yoktu elbet. Sırça köşklerde yaşayan burjuvalar kendi halkına yabancı ve bu halktan hazzetmeyen bir kitle olarak görülürken; kendini batılıya sevdirme telaşı içindeki, 'oturduğu rahat koltuklardan çevresini göremeyen' iyi eğitimli seçkinci bir kitle de bir Avrupa ülkesinde yaşadığını düşünmekteydi.
Kahvemi henüz bitirmişken, oturduğum rahat koltuktan başımı şöyle bir kaldırıp camdan baktığımda ağır ilerleyen trafik ve birbirine yapışık isli duvarlı renk uyumsuz binaların yanısıra gözüme şu özel okul tanıtım tabelası da ilişti: 'Harvard'da ve Oxford'da burslu okumak hayal değil'.
Biz 'zeki ve çalışkan' bir milletiz. Aslında 'çoğunluğumuz' bu memlekette bir 'Oxford' olsaydı çoktan mezun olmuştuk. Tabiki Oxford'da burslu okuyup mezun olduktan sonra kariyerlerini yurtdışında veya Türkiye'deki uluslararası şirketlerde sürdürme 'şans'ına sahip olacak bir 'azınlık' burada hep var olacak. Öte yandan bu 'azınlık' için Oxford'a gidip orada burslu okumak ne kadar hayal değilse de, bu azınlığı yöneten çoğunluk içinse tüm dünyanın imrenerek bakacağı, Oxford markasına eşdeğer bir üniversiteyi bu topraklarda açıp bu sayede beyin göçünü tersine çevirebilmesi de o derece hayal olmaktan öteye gidemeyecek gibi gözüküyor.
Ve yine 'bu topraklardan bir dünya markası çıkaramama' geleneğimizi; Osmanlı'dan süregelen 'Türk Kahvesi' geleneğimizinse bir dünya markası haline getirilemeyişini uluslararası bir kahve zincirinin Osmanlı mimarisi restorasyonlu modern zamane kahvehanesinde, büyük boy kahve değil 'venti karamel fırapuçino' içerek rahat koltuklarımızda seyretmeye devam ediyorduk.
Popüler olmaya başlayan her hızlı tüketim metası gibi, uluslararası kahve zincirlerlerinin de artık her köşe başında çoğalmaları ise, dinginlik ve sadelikle kulak kabarttığım kaliteli sohbetlerin ve müziğin yavaş yavaş tehlikeye girmeye başladığına işaret ediyordu. Çoğunluk olduğumuz yerde azınlık kalma korkusu...
Burjuva değildim, hiçbir zaman böyle bir çevrenin içinde de bulunmadım ama bu 'gerçek çoğunluk'un içinde ben de mutlu olamıyordum...
offf,offf... Yazın kavurucu sıcaklarıyla beraber içimdeki buhranlı sıcaklar da artmaya başladı. Anlaşılan bu sefer 20cm bile kesmeyecekti...
2 Eylül 2012 Pazar
3 Şubat 2010 Çarşamba
KENDİNİ ARAYAN ADAM
Soğuk ve yağmurlu bir günde, en tenha zamanlarının birinde İstiklal Caddesi'ndeyim. Yürüyorum öylece. Neden buradayım öteki insanlar gibi bilmem. Neyi arıyorum, nereye gidiyorum böyle?
Tek başıma yürürken yolda, bir cevap buldum sorulara: Kendimi arıyorum dedim içimden, başka ne olabilir ki? Hiç durma, ara kendini öyleyse.
Bütünü oluşturmak için beni ben yapan parçaları bulmalıydım. Önünden geçtiğim insanların gözlerinin içine baktım birer birer. Kim bilir başka bir bedene bürünmüştüm belki de. Mandolinci kızı gördüm. Bir köşede oturmuş durmaksızın çalıyordu. Küçücük parmaklarından dökülen notalar beynimde yolculuğa çıkmışken işte dedim: Gözlerindeki umut parıltısı ! Herşeye rağmen onu yaşamaya devam ettiren umut; ondaki ben, benim bir parçam. İlk parça tamam, peki ya diğerleri ? Yürümeye devam...
Şu deliye de bir bak ! Yırtık, dökük, kirli... Ne üstte var ne başta. Para vermek istiyor yanından geçenlere. Kimi korkuyor ondan, kimi de acıyor ona tebessümle. O ise, sessiz bir kahkaha atıyor şu dünyanın haline: "Karşılıksız verene deli dersiniz, niye? Madem öyle, uçsuz bucaksız delilik okyanusunun en büyük balığı ben olsam keşke. Umursama hiç dünyayı! Ne soranın var ne bilenin. Dal derinlere, yüz gönlünce! Sonra yorulunca bir ara, çık su yüzüne bak şu alame; ama şaşırma sakın bu evren niye böyle diye"
Bir ben daha bulmuştum başkasının içinde, bir parça daha benden...
Daha eksik parçalar var, biliyorum. Sağıma baktım yok, soluma baktım yok. Bir de yukarı baktım, gökyüzüne. Kuşları gördüm. Nasıl da uçuyorlar cıvıl cıvıl, İstanbul'a hükümran ve herşeyden öte alabildiğine özgür. Ben de tepeden bakmak isterdim şu aleme. Kuşlar kadar özgür olmanın sevinciyle uçmak ve uçmak...Belki biterdi arayışım. Bir parçam da göklerdeymiş meğer ! Peki ya diğeri, son kalan; o nerede?
Mağaza vitrinlerinin buğulu camlarına göz attım. Kimin bu solgun yüz camda bana bakan; çıkartamadım.
Tünel'deki sergide eski İstanbul fotoğraflarına baktım birer birer. Zaman olup akmış mıydım ki geçmişe? Ama yok, yoktu işte !
Soğuk daha da içimi titretmeye, yağmur daha da hızlı yağmaya başladı şimdi. Yoksa, bu yağmur damlaları bensizliğin çaresizliğiyle dökülen gözyaşlarım mıydı?
Umudum azalıyor. Çok yorgunum ama yürümeye devam...
Ara sokaklara daldım; belki orada biryerlerde kaybetmiştim son kalan parçamı. Ara sokaklar! Her zamanki gibi keşfedilmeyi bekleyen...
Sokakların birinde, ısınmak için yaktığı ateşin önünde oturup tek malvarlığı şarabını yudumlayan, ak saçları uzun sakalına karışmış yaşlı bir adama rastladım. Gözlerine baktım. Bir bilge gibi derin bakışları vardı. Buraları iyi biliyor olmalıydı, olsa olsa o bana yol gösterebilirdi. Yavaşça yanına yaklaştım ve ürkek bir sesle sordum:
"Kendimi arıyorum ben. 'Ben'in özlemiyle seyyah oldum yollara düştüm. Bakabileceğim en uzak yerlere baktım. Bana yardım edebilir misiniz, nerede bu 'Ben' ?
Uzun zamandan beri bu soruyu bekliyormuşçasına bana baktı ve "Çok uzaklarda arama boşa. Kendi gözlerinin içine bak; aklının derinliğine in ve bekle, bulacaksın" dedi.
Kafam çok karıştı. Ne demekti bütün bu sözler?
O ise hiçbir şey olmamış gibi şarabından son bir yudum daha aldı, hafifçe gülümsedi ve aniden yok oldu. Belki çok yakınımdaydı. Nefesimi hissedebiliyordu. Korkularımı biliyordu. Ama yoktu işte, illa ki yoktu.
Anlaşıldı; bulamayacaktım. Akşam oldu, vakit tamam. Hüzünle de olsa dönmek zorundayım, yolcu yolunda gerek. Sonsuzluğa giden karanlık yolda yürürken birden silkindim. Ve uyandım...Kan ter içinde kalmışım. Bütün bunlar 'düş'müş.
Perdeyi araladım. Güneş parlıyordu. İçime bir aydınlık doğdu. Ve bulmuştum sonunda: Düşümdeki kendini arayan adam, işte o 'Ben'dim...
"Kendini tanı, o zaman başkalarını ve evreni de tanıyacaksın."
Socrates
Tek başıma yürürken yolda, bir cevap buldum sorulara: Kendimi arıyorum dedim içimden, başka ne olabilir ki? Hiç durma, ara kendini öyleyse.
Bütünü oluşturmak için beni ben yapan parçaları bulmalıydım. Önünden geçtiğim insanların gözlerinin içine baktım birer birer. Kim bilir başka bir bedene bürünmüştüm belki de. Mandolinci kızı gördüm. Bir köşede oturmuş durmaksızın çalıyordu. Küçücük parmaklarından dökülen notalar beynimde yolculuğa çıkmışken işte dedim: Gözlerindeki umut parıltısı ! Herşeye rağmen onu yaşamaya devam ettiren umut; ondaki ben, benim bir parçam. İlk parça tamam, peki ya diğerleri ? Yürümeye devam...
Şu deliye de bir bak ! Yırtık, dökük, kirli... Ne üstte var ne başta. Para vermek istiyor yanından geçenlere. Kimi korkuyor ondan, kimi de acıyor ona tebessümle. O ise, sessiz bir kahkaha atıyor şu dünyanın haline: "Karşılıksız verene deli dersiniz, niye? Madem öyle, uçsuz bucaksız delilik okyanusunun en büyük balığı ben olsam keşke. Umursama hiç dünyayı! Ne soranın var ne bilenin. Dal derinlere, yüz gönlünce! Sonra yorulunca bir ara, çık su yüzüne bak şu alame; ama şaşırma sakın bu evren niye böyle diye"
Bir ben daha bulmuştum başkasının içinde, bir parça daha benden...
Daha eksik parçalar var, biliyorum. Sağıma baktım yok, soluma baktım yok. Bir de yukarı baktım, gökyüzüne. Kuşları gördüm. Nasıl da uçuyorlar cıvıl cıvıl, İstanbul'a hükümran ve herşeyden öte alabildiğine özgür. Ben de tepeden bakmak isterdim şu aleme. Kuşlar kadar özgür olmanın sevinciyle uçmak ve uçmak...Belki biterdi arayışım. Bir parçam da göklerdeymiş meğer ! Peki ya diğeri, son kalan; o nerede?
Mağaza vitrinlerinin buğulu camlarına göz attım. Kimin bu solgun yüz camda bana bakan; çıkartamadım.
Tünel'deki sergide eski İstanbul fotoğraflarına baktım birer birer. Zaman olup akmış mıydım ki geçmişe? Ama yok, yoktu işte !
Soğuk daha da içimi titretmeye, yağmur daha da hızlı yağmaya başladı şimdi. Yoksa, bu yağmur damlaları bensizliğin çaresizliğiyle dökülen gözyaşlarım mıydı?
Umudum azalıyor. Çok yorgunum ama yürümeye devam...
Ara sokaklara daldım; belki orada biryerlerde kaybetmiştim son kalan parçamı. Ara sokaklar! Her zamanki gibi keşfedilmeyi bekleyen...
Sokakların birinde, ısınmak için yaktığı ateşin önünde oturup tek malvarlığı şarabını yudumlayan, ak saçları uzun sakalına karışmış yaşlı bir adama rastladım. Gözlerine baktım. Bir bilge gibi derin bakışları vardı. Buraları iyi biliyor olmalıydı, olsa olsa o bana yol gösterebilirdi. Yavaşça yanına yaklaştım ve ürkek bir sesle sordum:
"Kendimi arıyorum ben. 'Ben'in özlemiyle seyyah oldum yollara düştüm. Bakabileceğim en uzak yerlere baktım. Bana yardım edebilir misiniz, nerede bu 'Ben' ?
Uzun zamandan beri bu soruyu bekliyormuşçasına bana baktı ve "Çok uzaklarda arama boşa. Kendi gözlerinin içine bak; aklının derinliğine in ve bekle, bulacaksın" dedi.
Kafam çok karıştı. Ne demekti bütün bu sözler?
O ise hiçbir şey olmamış gibi şarabından son bir yudum daha aldı, hafifçe gülümsedi ve aniden yok oldu. Belki çok yakınımdaydı. Nefesimi hissedebiliyordu. Korkularımı biliyordu. Ama yoktu işte, illa ki yoktu.
Anlaşıldı; bulamayacaktım. Akşam oldu, vakit tamam. Hüzünle de olsa dönmek zorundayım, yolcu yolunda gerek. Sonsuzluğa giden karanlık yolda yürürken birden silkindim. Ve uyandım...Kan ter içinde kalmışım. Bütün bunlar 'düş'müş.
Perdeyi araladım. Güneş parlıyordu. İçime bir aydınlık doğdu. Ve bulmuştum sonunda: Düşümdeki kendini arayan adam, işte o 'Ben'dim...
"Kendini tanı, o zaman başkalarını ve evreni de tanıyacaksın."
Socrates
18 Şubat 2009 Çarşamba
MANELE: A SIMPLE MUSIC GENRE or REFLECTION TO A SOCIAL ANALYSIS ?
Anyone knows about Balkan music more than Goran Bregovic and DJ S.hantel? We know that Bregovic is a great composer and S.Hantel is good at entertertaing people with a disco style folk music in Balkan flavour. But what about popular Balkan folk genres of Manele from Romania, Chalga from Bulgaria and Turbo-folk from Former Yugoslavia? In this blog, you will find some funny information on Manele which is a very popular musical genre in Romania and Moldova in where the official language is Romanian.
In Balkan music and Middle Eastern music, pop folk music refers to a mix of pop, folk, ethnic and dance music in which the dominant rhytms are of Oriental and/or Gypsy music origin. Along with the brother genres Bulgaria’ s Chalga and Serbia’s Turbo-folk, Manele is a genre that is absolutely to be considered through this definition for Balkan pop-folk music. But how come Gypsy and Oriental rhtyms could be dominant in a Balkan pop music genre?
Ottoman Empire lying on the today’s Balkans, Middle East, Caucasia and North Africa territories had a great influence on the subcultural formations of the countries at those regions. As well as Turkey having Ottoman’s cultural heritage, Ottoman Empire and Turkey are not totally oriental and Middle-Eastern in their folks. They have a rich cultural mix of both east and west or neither (means totaly different than both) but the effect of Islam religion on a wider Ottoman area (Middle East, North Africa) had a very considerable impact on the empire’s overall culture and of course its music. Oriental samples of Balkan pop-folk genres are mainly derived from this strong impact. Also today’s popular Turkish music genre Arabesque (Arabesk) is rooted from that influence.
Other than music, Ottoman influence in Romania is still alive also in the contemporary Romanian language. According to a Romanian linguistic academician’s study, in Romanian language, there are approximately 3000 words similar to Turkish. Kapak(capac), masa(masa), kamyon(camion), çay(ceai), çorba(ciorba), düşman (duşman), haydi(haide) are just some astonishing samples of them. Although, Romania and Bulgaria are the recent members of EU, this subcultural fact and their economic profile make those countries easily distinctive from the EU in terms of its basic cultural and economical patterns.
There are many internet based anti-manele forum groups which are strictly against manele music. Members of those forums generally tell that manele music symbolises degenerated cultural habits thanks to its inartistic fashion, foolish lyrics with faulty grammar usage and unproductive, repeated melodies. It is true that Manele song lyrics often use similar low content arguments such as “I would like to beat my enemies, I am rich and have the hottest girl with me”.
In addition to this, it is claimed that Manele music is not a part of Romanian culture and does not even belong to Romania because of its foreign (gypsy and oriental) roots. It is also told that Manele Music is only the representative music of the gypsies (tigane in Romanian) in the country. In Romania, officially 2,5 % of the population is formed by gypsies. However, it is said that in real, unofficial gypsy population is 7 % (over 1.5 million) of the country. This unofficial estimation makes Romania hosting the most populous Gypsy community all around the world. Gypsies in Romania and other Balkan States are also called Romani whose ancestors are assumed to come from Egypt and India.
On the other hand, there are hundreds of Manele singers and it seems that today Manele music is not only owned by Gypsy listeners and performers. An important number of singers, musicians and fans of Manele are Gypsies but it is also clear that there are many people in Romania involved in this Music as a listener or performer, but they are not Gypsies at all in their origin, they are white caucasians.
By the upper-middle or high income class and intellectual people of Romania, Manele is often critised as an unwanted (voiced even to be banned) genre representing a sub-culture in lower profile social status in terms of purchasing power and education level. However the reality is far different in Romania rather the elitists see. Romania is a fresh EU member country holding a 7700 USD nominal GDP(Gross Domestic Product) per capita which is just higher from the other youngest EU member Bulgaria and already lower from non-EU Balkan state Turkey. Many of the Romanian people live in rural rather than the cities due to the low industrialization. Thus, banning of Manele may cause to a desperate unrepresentativeness of an important number of people (Gypsies and low-income profile) in the country.
Beside this, it is funny to see that those younger people who are against manele, may favour Romanian pop music and hip-hop/rap with degenerated contents. Other than solid synthesizers employment with computer programmed voices in Manele, Pop,Disco, hip-hop and rap styles; Manele bands are used to play talent based instruments such as clarinet and accordeon. Hence, together with an oriental blend, rhytm and melody richness in Manele is felt easier compare to the other mentioned genres. Also many of those young generation claiming that Manele is not Romanian, may listen to rock music rooted from USA and Britain. If someone who is against Manele emphasizes that Phoenix which is a succesfull Romanian folk-rock band actively performing starting from 70’s and Gheorghe Zamfir who is the best known pan-flutist around the world, they would be all right. For sure, Manele is much more Romanian and much more local. As an example to this, calling manele bands for performing on a traditional wedding ceremony is very commonly seen manner in Romania.
Anyway, this is somehow a part of Romania picture and its popular culture. Certain measurement of the popularity of Manele is no longer available after the easy access of downloading music through the internet services. However, the existance of TV Music channels such as Taraf TV, Mynele TV, Favorit TV, Etno TV, Oglinda TV(OTV) and Atomic TV which are broadcasting Manele videoclips, is a pure indicator to comprehend the dimensions of Manele’s popularity in the country. From those, Taraf TV and Mynele TV only focuses on Manele.
One other accusation on manele is plagiarism. It is often encountered that Romanian manele singers use former melodies of similar musical genres of the neighbour countries such as Yugoslavia’s Turbo-folk, Bulgarian’s Chalga, Turkish Pop and even finally Arabesque. For instance, Brandy who is one of the most popular manele singers had used Turkish Arabesque and Fantasy (a genre mixed of pop, Turkish Folk and Arabesque) songs several times. At the manele videoclipuri part, you will be able to find the videoclip of one of the copy-paste Brandy songs “le doresc".
A typical manele videoclip can be financed by almost 500-600 USD. Those videoclips are created in small dance/night clubs hired for a few hours and mostly owned by one of the friends of the band members. Some of the manele videoclips are recorded in a package form that means up to 7-8 videoclips of different manele singers are casted in order during a whole day while the dancer girls and the location used never change. Most of the manele videoclips are broadcasted in poor techniques by a bit developed form of a hand camera. May be, in order to minimise the cameraman cost, one of the brothers of the crew holds the camera. Therefore, the highest cost effect in a manele videoclip are dancer girls (usually 3 to 5 but sometimes up to 10 girls) who are hired for 10-15 USD per clip. They are called to wear their own most provocative dress before coming. All these may be interpreted as a result of economic conditions or the lack of broadcasting school in the country, but in neighbour Bulgaria, pop-folk genre Chalga’s videoclips are produced in comparatively higher techniques. The reason of the poor production quality is production companies. Big production companies usually refuse to contract with a manele singer. In Romania, many Manele albums are released by underground productions owned by one singer or group of manele singers.
For sure, employment of dancers in traditional belly dance costumes might make the oriental atmosphere heavier but in a a typical Manele videoclip, instead of traditional belly dancer costume, manele dancers wear low-cut jean skirts and other hot dress like stuff. Needless to say, of course a regular Romanian woman do not dress in public like those manele dancers wear in a videoclip but as I travelled many European cities, I can say that the overall dress style in Romania is more relax and provocative compare to the other parts, especially the western of Europe.
Do not be glazed if you see a 14 years old manele singer cartoonised as a mafioso character in a +16 videoclip (see videoclip of Alexx-Don Genove-Susanu). There are several manele singers who have albums under 18 years old.
Stage name of the manele performers are also funny. A Manele singer named Romeo Fantastik has performed a replica (“Goale”) of summer hit song “Dale Don Dale”. Watch his videoclip Goale and see how fantastic his hair and dress styles are. Also Manele music producers give the stage names according to the singers’ physical appearance and origin (either city or country) such as Catalin Arabu, Dan Arabu, Brazilianu, Jean de la Craiova, Dan Armeanca and Petrica Americanu.
Petrica Americanu has probably the worst voice I have ever heard. The silly thing with him is that most probably he is not American but in his songs, he tells that America is the best place to live. When I was in L.A, U.S.A, I had to share a hostel room with a Romanian guy. He was sleeping nearby an American flag purchased by himself while he had a Che Guevera tattoo on his arm. We could only expect this guy to be in origin of one of the former Eastern Bloc countries where the people had the desire of a capitalist environment during the close cold war times while they were not able to access the capital world’s productions. At the videoclipuri manele part of this blog, you will be able to watch Petrica Americanu’s funny videoclip “e cald afara (summer time)” in which Petrica covers his body with an American flag. Of course, I haven’t astonished, when I first saw the videoclip.
The absolute hero (but mine is Sandu Ciorba) of Manele is Nicolae Guta who is 1.60cm tall and at least 95 kgs. He never cuts his charismatic moustache (unfortunately he’ve cut it at the end). Do not miss Guta's videoclip “E Scris Undeva” which also covers an unofficial contest between manele dancer girls to touch this handsome guy’s hands. Also his wife Nicoleta Guta is a manele singer and I wonder how she felt after this videoclip. You will be able to see Sandu Ciorba's, Nicoleta Guta's and Nicolae Guta's photos together in an album cover at the top of this article.
Other well-known manele singer Adrian Copilul Minune (aka Adi de Vito) is more productive compare to Guta. He composed hundreds of Manele songs many with love theme. He is able to play several music instruments such as accordeon and piano. Watch his videoclip “Trandafirul de la Tine” a love song singing with bombshell Simona Sensual and imagine how Simona could be an ideal lover for Adrian Minune.
Although the popularization in their origin countries, Balkan pop-folk genres still remain local. There are of course some exceptions e.g. recently boomed Balkan hit “Ce la Amsterdam”, a song by former manele singer Costi Ionita. Costi Ionita does a mixed music and he recently showed himself in a Pop-Disco hit while he is already known as a manele singer(also he is a shareholder of Mynele TV). On the other hand, rhytms and melodies of those genres are very familiar sometimes, because plagiarism of a local hit song is unfortunately very common approach among Balkan pop-folk music composers and performers. Turkish gay singer Fatih Urek has recently reissued Costi Ionita’s hit “Ce La Amsterdam” in Turkish.
The limited popularization of Manele throughout the country is moved by Romanian emigrants. For instance, in Turkey, Manele videoclip and MP3 CD’s could be heard and purchased on the streets and some small stores of Laleli where is known as Red Light zone of Istanbul. Manele is just popular in Turkey among the Romanians who live and work in İstanbul (and most probably in Laleli). Similar to Manele music, Chalga which is Bulgarian’s pop-folk music is also known in a smaller habitat among the Bulgaria immigrants of Turkey. However, a couple years ago, Ciguli with his hit Chalga style song “Binnaz” was boomed in Turkey. Althogh his excellence at playing accordeon, he had been critised for performing a garbage popular music style by Turkish media. This song may easily remind well known manelistor Florin Salam’s hit, “La inima m-ai ars”.
There is a brotherhood between some hip-hop singers and manelistors on some records and this partnership produces a new subgenre of manele which is more far from the oriental manele style. Susanu (aka Play AJ) and Casanova (aka Fero) are the well known manele singers who mix up hip-hop and Manele together. Hip-hop singers Don Genove and Mr.Juve collaborated many times with Manele singers. Also rather than oriental style, some manele singers such as Stana Izbasa and Liviu Mititelu use more folkloric theme under pop and folk instrumentation background. The distinguishing feature of this more folkloric style is the employment of saxophone.
At the videclipuri manele part (at the right) of this blog, you will be able to find some sample manele videoclips. Especially for men, it could be a hard choice to watch Manele videoclips (videoclipuri in Romanian) as a normal music video because it is possible to react like when you are watching a Sacha Baron Cohen (Borat or Ali G.) movie or a regular Tinto Brass movie (Snack Bar Budapest) at the same time. Anyway somehow, somewhat we like manele music and its videoclips.
21 Mayıs 2008 Çarşamba
KULEDEN NOTLAR
KULEDEN NOTLAR
Memleketimden kanıksanmış manzaralar…Harala gürele cümbüşle, bayrakla ve tekbirle uğurlanan mahallenin delikanlısı; kulakları sağır eden korna sesleri ile yolu kesilen otobüsler, camdan kızgın ama çaresiz atılan bakışlar, ertesi güne geç kalınan randevular, yarım kalan işler…Bütün bunlar onlara göre ilk adımı sünnetle başlayan erkek olmanın son tescil dairesine yolculuk için. Oysa geride bırakılan gözü yaşlı analar ve sevgililerin onları erkek olmaya uğurladığı yerde, karşı cinsin yokluğunun etkisiyle erkek olmak belli belirsizleşecekti bir süre sonra. Bana göre ise bu tescil dairesi, Türkiye’de erkek olmanın tadı, tuzu ve de acı biberiydi yalnızca.
* * *
Bu toprakların mahsul vermedeki zenginliğini bile kıskandıracak renk renk çeşit çeşit 20li yaşlarının başında kanı deli dolu akan vatan evlatları ve onları hizaya getiren dirsek teması…Keşke bu sıcak temas toplumsal ve siyasi arenalarda da vücut bulabilseydi de; bu renk zenginliğimiz, gökkuşağının ayrı ayrı tonlarının seyrine doyum olmaz bir bütünlük arz etmesi gibi güzellikler yaratabilseydi. Belki o zaman savaş tamtamları ve silahlar da susardı.
* * *
Ne gariptir ki doğuma da ölüme de çiçekler göndeririz. Düşmanına ölüm vaat eden silaha da gelişmesini tamamlayamamış toplumlarda, bilinçsiz bir geleneğin simgesi olarak köy düğünlerinde ya da tutulan takım galip gelince sevinçlerin etrafa muştulayıcıymışçasına itibar atfedilir.
* * *
Vatan savunması için fedakârlık yapacak insanlar olarak seçilmişlerdi onlar. Ve hayatlarının baharındaki tiyatro sahnesinde askercilik oynarken, rollerinin sonucunun bilinmezliğiyle korkularını da kalplerinin derinliklerinde muhafaza edeceklerdi kendi hayatlarından izinsiz alınan süre zarfında.
* * *
Bu süre, ilk defa gurbete çıkan kimileri için hayat üniversitesinin olgunlaşma enstitüsünde geçirilmişçesine tecelli edecekti belki de değişimlerinin hiç farkına varamadan. Kimileriyse, kendilerini olgunlaştıran evrenkentin kapısından baktığında gördüklerinden bambaşka bir Türkiye gerçeğini farkedecekti. Eğitim düzeyi beklenenden oldukça düşüktü ve hızlı değişimlerin yaşandığı günümüz siber çağında, değişimleri ve geleceği yakalamasını beklediğimiz gençler arasından okuma-yazma dahi bilmeyenlerin sayısı da azımsanmayacak düzeydeydi. Anlaşılan Avrupa Birliği üyeliği, birkaç nesil daha hayal olmaktan öteye gidemeyecekti.
* * *
Memleket adına değişimleri ve geleceği yakalayabilecek insanları değerlendirme biçimimiz de ilginçtir bizim. Anlatılanlara göre, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yaptığı mühendislik doktora tezi çalışmasına ara verip askere gelen bir araştırma görevlisi arkadaşımız, kendisine verilen görev icabı bir gözetleme kulesinde silahlı nöbet tutmaktadır. Dışarıdan çocuğuyla geçmekte olan bir bayan, nöbetçiyi görür ve çocuğuna işaret ederek “bak okumazsan onun gibi olursun” der. Çocuğunun ileride karşılaşacağı gerçeği, annesi ona bilinçli mi yoksa cahilce mi söylememişti bilinmez. Ama öyle görünüyor ki, her ne kadar verimlilik bazında toplam üretkenliği düşük kalsa da her daim “benim en kıymetli hazinem genç nüfusumdur” diyerek övünen ülkemde, üretken ve iyi eğitimli azınlık kesimi kollayacak etkin insan kaynakları yönetiminden bi’haber yöneticilere kalmış kaderimiz.
* * *
Kapısında iş beklediği patron da, kız istemeye gideceği evin reisi de bu patika yolu geçmesini şart koşmuşlardı genç adamdan. Geri dönüp de kaldığı yerden başlayarak işi ile eşini bulabilmesi ve de öteki ideallerini gerçekleştirebilmesi için *filmdeki gibi, belli bir duruma ait geçmişte yaşananları hafızadan silerek; kendini sivil hayata tekrar elverişli hale getirecek bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu düşünecekti bu genç. Ama yine o filmde olduğu gibi, bir süre sonra gönül beynini dinlemeyerek tedaviye cevap vermeyecekti, tekrar tebessümle hatırlanmak istenen burada kurulan dostlukların hatrına.
*Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini oynadığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind
GÖKHAN KILLIOĞLU
Memleketimden kanıksanmış manzaralar…Harala gürele cümbüşle, bayrakla ve tekbirle uğurlanan mahallenin delikanlısı; kulakları sağır eden korna sesleri ile yolu kesilen otobüsler, camdan kızgın ama çaresiz atılan bakışlar, ertesi güne geç kalınan randevular, yarım kalan işler…Bütün bunlar onlara göre ilk adımı sünnetle başlayan erkek olmanın son tescil dairesine yolculuk için. Oysa geride bırakılan gözü yaşlı analar ve sevgililerin onları erkek olmaya uğurladığı yerde, karşı cinsin yokluğunun etkisiyle erkek olmak belli belirsizleşecekti bir süre sonra. Bana göre ise bu tescil dairesi, Türkiye’de erkek olmanın tadı, tuzu ve de acı biberiydi yalnızca.
* * *
Bu toprakların mahsul vermedeki zenginliğini bile kıskandıracak renk renk çeşit çeşit 20li yaşlarının başında kanı deli dolu akan vatan evlatları ve onları hizaya getiren dirsek teması…Keşke bu sıcak temas toplumsal ve siyasi arenalarda da vücut bulabilseydi de; bu renk zenginliğimiz, gökkuşağının ayrı ayrı tonlarının seyrine doyum olmaz bir bütünlük arz etmesi gibi güzellikler yaratabilseydi. Belki o zaman savaş tamtamları ve silahlar da susardı.
* * *
Ne gariptir ki doğuma da ölüme de çiçekler göndeririz. Düşmanına ölüm vaat eden silaha da gelişmesini tamamlayamamış toplumlarda, bilinçsiz bir geleneğin simgesi olarak köy düğünlerinde ya da tutulan takım galip gelince sevinçlerin etrafa muştulayıcıymışçasına itibar atfedilir.
* * *
Vatan savunması için fedakârlık yapacak insanlar olarak seçilmişlerdi onlar. Ve hayatlarının baharındaki tiyatro sahnesinde askercilik oynarken, rollerinin sonucunun bilinmezliğiyle korkularını da kalplerinin derinliklerinde muhafaza edeceklerdi kendi hayatlarından izinsiz alınan süre zarfında.
* * *
Bu süre, ilk defa gurbete çıkan kimileri için hayat üniversitesinin olgunlaşma enstitüsünde geçirilmişçesine tecelli edecekti belki de değişimlerinin hiç farkına varamadan. Kimileriyse, kendilerini olgunlaştıran evrenkentin kapısından baktığında gördüklerinden bambaşka bir Türkiye gerçeğini farkedecekti. Eğitim düzeyi beklenenden oldukça düşüktü ve hızlı değişimlerin yaşandığı günümüz siber çağında, değişimleri ve geleceği yakalamasını beklediğimiz gençler arasından okuma-yazma dahi bilmeyenlerin sayısı da azımsanmayacak düzeydeydi. Anlaşılan Avrupa Birliği üyeliği, birkaç nesil daha hayal olmaktan öteye gidemeyecekti.
* * *
Memleket adına değişimleri ve geleceği yakalayabilecek insanları değerlendirme biçimimiz de ilginçtir bizim. Anlatılanlara göre, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yaptığı mühendislik doktora tezi çalışmasına ara verip askere gelen bir araştırma görevlisi arkadaşımız, kendisine verilen görev icabı bir gözetleme kulesinde silahlı nöbet tutmaktadır. Dışarıdan çocuğuyla geçmekte olan bir bayan, nöbetçiyi görür ve çocuğuna işaret ederek “bak okumazsan onun gibi olursun” der. Çocuğunun ileride karşılaşacağı gerçeği, annesi ona bilinçli mi yoksa cahilce mi söylememişti bilinmez. Ama öyle görünüyor ki, her ne kadar verimlilik bazında toplam üretkenliği düşük kalsa da her daim “benim en kıymetli hazinem genç nüfusumdur” diyerek övünen ülkemde, üretken ve iyi eğitimli azınlık kesimi kollayacak etkin insan kaynakları yönetiminden bi’haber yöneticilere kalmış kaderimiz.
* * *
Kapısında iş beklediği patron da, kız istemeye gideceği evin reisi de bu patika yolu geçmesini şart koşmuşlardı genç adamdan. Geri dönüp de kaldığı yerden başlayarak işi ile eşini bulabilmesi ve de öteki ideallerini gerçekleştirebilmesi için *filmdeki gibi, belli bir duruma ait geçmişte yaşananları hafızadan silerek; kendini sivil hayata tekrar elverişli hale getirecek bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu düşünecekti bu genç. Ama yine o filmde olduğu gibi, bir süre sonra gönül beynini dinlemeyerek tedaviye cevap vermeyecekti, tekrar tebessümle hatırlanmak istenen burada kurulan dostlukların hatrına.
*Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini oynadığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind
GÖKHAN KILLIOĞLU
3 Aralık 2007 Pazartesi
REKLAM ve KÜLTÜR
En uygun reklam ve pazarlama iletişimini sağlamak uzun araştırmaları gerektirmektedir. Girilecek dış pazarı tanımak son derece önemlidir. Öyle ki tüm yatırım sahasını değerlendirmiş o ülkede insan kaynağını tedarik etmiş dağıtım kanallarınızı kurmuş kısaca satışa hazır hale gelmişsinizdir ama yatırım yapılan ülkenin kültürüne dair yapılacak ufak bir hata size pahalıya mal olabilir. Bunun sonucunda yalnız o ülkedeki muhtemel pazarı kaybetmekle kalmazsınız kendi ülkenizde de imajınız zedelenebilir. Dolayısıyla bu esas satış bölgenizdeki satışları ve karlılığı da etkileyebilecektir. Global pazardaki buna benzer çuvallamaları kim ister ki? Aslında yerel pazar da strateji açısından çok farklılık göstermez. Satışı gerçekleştirmeyi düşündüğünüz hedef kitleyi belirlersiniz, o kitlenin beğeneceğini düşündüğünüz doğrultuda üretimi gerçekleştirmişsinizdir. Artık yapmanız gereken o hedef kitlenin algı düzeyi ve duyarlılıklarına göre bir pazarlama kampanyası oluşturmaktır. İşin bu tarafı ikinci planda gözükse de hedefi bulmanın, tüketiciyle buluşabilmenin artık olmazsa olmaz kurallarından biri olan “doğru pazarlama iletişimi kurabilmek” en az “üretim” kadar önem taşımaktadır.
Öyle ki ürettiğiniz ürünü satamazsanız bu hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Satış, karşınızdaki insanı anlamayı, olaylara farklı açılardan bakabilmeyi gerektirir. Karşılaşacağınız her müşteri profili için ayrı pazarlama planları oluşturmak hem zahmetli hem de işletmecilik açısından son derece maliyetlidir. Öyleyse toplumda oluşmuş genel kanı ve değer yargılarına göre bir pazarlama kampanyası oluşturmak en anlamlısı olacaktır. İşte bu değer yargıları, içinde yaşanılan toplumun kültüründen gelir ve ondan beslenir. Tabi ki bir ülkenin yerel üreticilerinin kültürle ilgili hataya düşmesi kabul edilemez bir hata olacaktır. Zaten o kültürün içinde kendisini yetiştirmiş olması gerektiği kanısına vardığımız pazarlama yöneticisi, spekülatif olma adına veya dış kaynaklardan beslenip özgünlüğünü yitirerek iç pazarı kaybetme tehlikesini firmasına yaşatmış olacaktır.
Hedef kitlenize ürettiğiniz malı satabilmek için olaylara pazarlama gözlüğünden bakabilmek gerekir. Bu da olaylara tüketici gözüyle bakabilmek ve tüketici gibi düşünebilmeyi de gerektirir. Eğer Çin’de bir malı satmak istiyorsanız Çinlilerin ne gibi tüketim alışkanlıkları olduğunu, neyi neden satın alıp neden almadıklarını bilmek ve ona göre hedef pazarda hareket etmek gerekir.
Dünyanın her yerine yayılmış, diğer bir ifade ile global hale gelmiş markalara baktığımızda onların bir takım acı tecrübeler geçirdiğini, bunun üzerine girilen pazarla beraber yerelleşmeye gittiklerini görmekteyiz. Bunun anlamı şudur: firma ve markalar o ülke veya yerleşim içinde farklılaşmaktadır yani yerelleşmektedir böylelikle globalleşmeye doğru gidilebilmektedir. Herkese her malı satamazsınız. Çoğu insan, başka bir kültürün öğrenilemeyeceğini bilir. Başka bir ülkede yıllarca yaşasanız ve hatta dilini de çok iyi derecede bilseniz bile, yalnızca, o kültürden insanlarla dostça ve yapıcı bir şekilde ilişki kurmayı öğrenirsiniz. Açık olan tek bir şey var: Bir şirketteki herhangi bir birey, ürününün satıldığı tüm ülkelerin kültürlerini derinlemesine bilemez. Ancak günümüzde bir markanın tüm dünya ülkelerinde alıcısının bulunmasına şaşırmamak gerekir. Uluslararası pazara açılan tüm firmalar kuşkusuz o güçleri bulunmasa da ürettiklerini tüm dünyaya satabilmeyi arzu edecektir. Bir ilaç olarak yapılan daha sonra geliştirilerek bir içeceğe dönüştürülen kolanın bugün tüm dünyada kabul göreceğini kim bilebilirdi ki? Coca-Cola firmasının hayali 1 milyar 300 milyon Çinliye hergün bir kola satabilmektir.
Coca-Cola’nın ülkemizdeki dini bayramlar öncesi hazırladığı reklamları hatırlarsak, bu markanın yerelleşmeye ne denli önem verdiğini anlamış oluruz. Yine küreselleşmenin başlıca simgelerinden sayılan ve küreselleşme karşıtlarının her seferinde yoğun protestolarıyla karşılaşan Mc Donalds, tüm dünyadaki ortak; çocukları temel alan reklam stratejilerinin yanı sıra, kurulduğu ülkeye yönelik yerel tadlara uygun menüler de geliştirmektedir. Mc Donalds gibi küresel fast food devinin dikkat edeceği bir diğer önemli husus da ‘din’ dir. Bir kültürü oluşturan temel değerlerden biri olan din, ister istemez mensuplarının tüketim alışkanlıklarına da etki edecektir. ABD’da yapılan domuz eti içeren Mc Donalds hamburgerinin Türkiye gibi Müslüman bir ülkede satıldığı zaman olabilecekleri düşünebiliyor musunuz? Yüzlerce franchise restoranını kapatmak tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı olaylar içinde kendini bulabilecektir. Bu, artık deyimleşmiş olan “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” sözüyle açıklanacak bir olaydır. Dünyada davalardan ve tazminat görmekten en çok zarar görmüş firmalardan Mc Donalds’ın artık böyle bir hataya düşebilmesi zor gözüküyor.
Ataerkil yapının batıdaki ülkelere göre daha kolay hissedildiği ülkemizde; light, kalorisi azaltılmış ürünlere erkeklerin çoğunlukla yaklaşımının olumsuz olduğunu biliyoruz. Bu ürünlerin tüketicilerini büyük çoğunlukla bayanlar oluşturuyor. Cola Turca normal koladaki uzun tutundurma çalışmalarının ardından aldığı rüzgarla çok geçmeden light Cola Turca’yı piyasaya sürdü. Kullanılan figür yine bir Anadolu erkeği ve yine son dönem moda reklamlarda olduğu gibi konuşma farklılığından bir mizah yaratılmaya çalışılmış, bunun için de İngilizce kelimelerin okunuşu üzerine oyun oynanmış. Daha önce parfümlerde görmeye alışık olduğumuz for men-for women ifadesi Cola Turca’da şekil değiştiriyor. Reklam, ironiyle gönderme yapıyor belki de ama her şeyden önemlisi ürünün erkeklerce kullanımının erkekliğe zeval getirmeyeceğinin altını çiziyor. Kalıpları yıkmak zordur. Bekleyelim ve görelim. Kültürümüze yönelik bu kumarı Ülker kazanabilecek mi?
GÖKHAN KILLIOĞLU
Öyle ki ürettiğiniz ürünü satamazsanız bu hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Satış, karşınızdaki insanı anlamayı, olaylara farklı açılardan bakabilmeyi gerektirir. Karşılaşacağınız her müşteri profili için ayrı pazarlama planları oluşturmak hem zahmetli hem de işletmecilik açısından son derece maliyetlidir. Öyleyse toplumda oluşmuş genel kanı ve değer yargılarına göre bir pazarlama kampanyası oluşturmak en anlamlısı olacaktır. İşte bu değer yargıları, içinde yaşanılan toplumun kültüründen gelir ve ondan beslenir. Tabi ki bir ülkenin yerel üreticilerinin kültürle ilgili hataya düşmesi kabul edilemez bir hata olacaktır. Zaten o kültürün içinde kendisini yetiştirmiş olması gerektiği kanısına vardığımız pazarlama yöneticisi, spekülatif olma adına veya dış kaynaklardan beslenip özgünlüğünü yitirerek iç pazarı kaybetme tehlikesini firmasına yaşatmış olacaktır.
Hedef kitlenize ürettiğiniz malı satabilmek için olaylara pazarlama gözlüğünden bakabilmek gerekir. Bu da olaylara tüketici gözüyle bakabilmek ve tüketici gibi düşünebilmeyi de gerektirir. Eğer Çin’de bir malı satmak istiyorsanız Çinlilerin ne gibi tüketim alışkanlıkları olduğunu, neyi neden satın alıp neden almadıklarını bilmek ve ona göre hedef pazarda hareket etmek gerekir.
Dünyanın her yerine yayılmış, diğer bir ifade ile global hale gelmiş markalara baktığımızda onların bir takım acı tecrübeler geçirdiğini, bunun üzerine girilen pazarla beraber yerelleşmeye gittiklerini görmekteyiz. Bunun anlamı şudur: firma ve markalar o ülke veya yerleşim içinde farklılaşmaktadır yani yerelleşmektedir böylelikle globalleşmeye doğru gidilebilmektedir. Herkese her malı satamazsınız. Çoğu insan, başka bir kültürün öğrenilemeyeceğini bilir. Başka bir ülkede yıllarca yaşasanız ve hatta dilini de çok iyi derecede bilseniz bile, yalnızca, o kültürden insanlarla dostça ve yapıcı bir şekilde ilişki kurmayı öğrenirsiniz. Açık olan tek bir şey var: Bir şirketteki herhangi bir birey, ürününün satıldığı tüm ülkelerin kültürlerini derinlemesine bilemez. Ancak günümüzde bir markanın tüm dünya ülkelerinde alıcısının bulunmasına şaşırmamak gerekir. Uluslararası pazara açılan tüm firmalar kuşkusuz o güçleri bulunmasa da ürettiklerini tüm dünyaya satabilmeyi arzu edecektir. Bir ilaç olarak yapılan daha sonra geliştirilerek bir içeceğe dönüştürülen kolanın bugün tüm dünyada kabul göreceğini kim bilebilirdi ki? Coca-Cola firmasının hayali 1 milyar 300 milyon Çinliye hergün bir kola satabilmektir.
Coca-Cola’nın ülkemizdeki dini bayramlar öncesi hazırladığı reklamları hatırlarsak, bu markanın yerelleşmeye ne denli önem verdiğini anlamış oluruz. Yine küreselleşmenin başlıca simgelerinden sayılan ve küreselleşme karşıtlarının her seferinde yoğun protestolarıyla karşılaşan Mc Donalds, tüm dünyadaki ortak; çocukları temel alan reklam stratejilerinin yanı sıra, kurulduğu ülkeye yönelik yerel tadlara uygun menüler de geliştirmektedir. Mc Donalds gibi küresel fast food devinin dikkat edeceği bir diğer önemli husus da ‘din’ dir. Bir kültürü oluşturan temel değerlerden biri olan din, ister istemez mensuplarının tüketim alışkanlıklarına da etki edecektir. ABD’da yapılan domuz eti içeren Mc Donalds hamburgerinin Türkiye gibi Müslüman bir ülkede satıldığı zaman olabilecekleri düşünebiliyor musunuz? Yüzlerce franchise restoranını kapatmak tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı olaylar içinde kendini bulabilecektir. Bu, artık deyimleşmiş olan “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” sözüyle açıklanacak bir olaydır. Dünyada davalardan ve tazminat görmekten en çok zarar görmüş firmalardan Mc Donalds’ın artık böyle bir hataya düşebilmesi zor gözüküyor.
Ataerkil yapının batıdaki ülkelere göre daha kolay hissedildiği ülkemizde; light, kalorisi azaltılmış ürünlere erkeklerin çoğunlukla yaklaşımının olumsuz olduğunu biliyoruz. Bu ürünlerin tüketicilerini büyük çoğunlukla bayanlar oluşturuyor. Cola Turca normal koladaki uzun tutundurma çalışmalarının ardından aldığı rüzgarla çok geçmeden light Cola Turca’yı piyasaya sürdü. Kullanılan figür yine bir Anadolu erkeği ve yine son dönem moda reklamlarda olduğu gibi konuşma farklılığından bir mizah yaratılmaya çalışılmış, bunun için de İngilizce kelimelerin okunuşu üzerine oyun oynanmış. Daha önce parfümlerde görmeye alışık olduğumuz for men-for women ifadesi Cola Turca’da şekil değiştiriyor. Reklam, ironiyle gönderme yapıyor belki de ama her şeyden önemlisi ürünün erkeklerce kullanımının erkekliğe zeval getirmeyeceğinin altını çiziyor. Kalıpları yıkmak zordur. Bekleyelim ve görelim. Kültürümüze yönelik bu kumarı Ülker kazanabilecek mi?
GÖKHAN KILLIOĞLU
REKLAMIN KÖTÜSÜ
Pek çok insan farkında olmasa da reklam ve pazarlama endüstrisi şimdilerde daha önce hiç karşılaşmadığı büyük bir krizi yaşamakta ya da gerçek anlamda bu krizin tam ortasında yer almaktadır. Sorun globalleşmedir: her gün daha fazla şirket ürünlerini yurtdışında pazarlama kararı alıyor ve reklam endüstrisi, büyüyen bu talebe cevap vermekte zorlanıyor. Burada kültür ön plana çıkıyor. Kendi ülkesinde son derece başarılı ve ürünlerini çokça satan bir firma sırf yanlış reklam stratejisinden dolayı tüm çabalarını heba etmiş oluyor. Kültür o kadar önemli ki dış pazarda reklam yapmanın zorluğunun yanı sıra iç pazarda da zaman zaman kültürümüze aykırı, tüm detaylarıyla düşünülmemiş reklamların başarısızlığına rastlıyoruz.
“Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” yargısının geçerli olmadığını görmek gerekiyor. Reklam doğru kullanıldığı zaman çok önemli bir silahtır. Reklamın asıl işlevleri müşterinin satışlarını ve pazar payını arttırmak amacıyla ürünün tanınırlığını sağlamak ve de ürün, marka ve/veya üretici konumdaki kurum ile ilgili olumlu imaj verebilmektir. Son zamanlarda reklamın öneminin azaldığı PR(Halkla İlişkiler) devrinin başladığına inanan bir kesimle karşı karşıyayız. Oysa ki firmalar iş planını yalnızca PR ile gerçekleştiremeyecektir.
Başarılı bir reklam yaratmak için kültürel farklılıkları anlamak büyük önem taşımaktadır. Kültürel öğeleri göz önüne almayarak hatalı planlanmış ve hedefine ulaşmayan bir reklam firmalara binlerce dolarlık zararlar getirebilmekte. Hep aynıyı izlemekten bıkmış olan izleyici, yaratıcı ve farklı reklamlar görmeyi arzu ediyor. İşte bu anda esas olan görevinin tanıttığı ürünün satışını arttırmak olduğunu gözardı eden reklamcı, yaratıcı olmak adına kuralları çiğniyor. Reklam etik olmaktan çıkıyor. Cinsel öğeler içeren müstehcen bir canavara dönüşebiliyor. Kültür eğer bunu kabul etmişse yozlaşıyor, eğer etmiyorsa da reklamın izlenilirliğini, markayı hatta firmayı müşterinin göz önünde alaşağı edebiliyor. Ünlü insanlar reklamlarda yanlış kullanılıyor. Hiç kullanmadıkları (ve de büyük olasılıkla kullanmayacakları) ürünlerin reklamlarında rol alarak haksız rekabetin birer parçası oluyorlar.
Başarısızlık tezlerinden ve gerçek örneklerden yola çıkarak başarının antitezi oluşturulabilir. Peki o zaman reklamın etkin kullanımı, reklamda başarının anahtarı nedir? İçinde bulunulan, ürünü sunduğumuz pazarın alıcısının değer yargılarını ve algılarını tanımlayabilmek, reklamın esas amacının ürünü tanıtmak olduğunun bilinciyle doğru, güvenilir, izleyiciye saygı gösteren ama aynı anda da ilgi çekici ve cazip olmasını bilen reklam başarının kapılarını açacaktır. Harika bir tasarım, doğru bir fikir, tutarlı bir iletişim ve yaratıcılık birleşince amacınıza ulaşmanız ayrışmanın zor olduğu pazarda bile sizi başarıya taşıyacaktır. Eğer hala istenilene ulaşamıyorsanız yapılması gereken reklamı değil ürünü değiştirmek olacaktır. Umarız ülkemiz reklamcıları da ülke değerlerini düşünürler ve firmalarımıza katma değer yaratmaya çabalarlar.
GÖKHAN KILLIOĞLU
“Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” yargısının geçerli olmadığını görmek gerekiyor. Reklam doğru kullanıldığı zaman çok önemli bir silahtır. Reklamın asıl işlevleri müşterinin satışlarını ve pazar payını arttırmak amacıyla ürünün tanınırlığını sağlamak ve de ürün, marka ve/veya üretici konumdaki kurum ile ilgili olumlu imaj verebilmektir. Son zamanlarda reklamın öneminin azaldığı PR(Halkla İlişkiler) devrinin başladığına inanan bir kesimle karşı karşıyayız. Oysa ki firmalar iş planını yalnızca PR ile gerçekleştiremeyecektir.
Başarılı bir reklam yaratmak için kültürel farklılıkları anlamak büyük önem taşımaktadır. Kültürel öğeleri göz önüne almayarak hatalı planlanmış ve hedefine ulaşmayan bir reklam firmalara binlerce dolarlık zararlar getirebilmekte. Hep aynıyı izlemekten bıkmış olan izleyici, yaratıcı ve farklı reklamlar görmeyi arzu ediyor. İşte bu anda esas olan görevinin tanıttığı ürünün satışını arttırmak olduğunu gözardı eden reklamcı, yaratıcı olmak adına kuralları çiğniyor. Reklam etik olmaktan çıkıyor. Cinsel öğeler içeren müstehcen bir canavara dönüşebiliyor. Kültür eğer bunu kabul etmişse yozlaşıyor, eğer etmiyorsa da reklamın izlenilirliğini, markayı hatta firmayı müşterinin göz önünde alaşağı edebiliyor. Ünlü insanlar reklamlarda yanlış kullanılıyor. Hiç kullanmadıkları (ve de büyük olasılıkla kullanmayacakları) ürünlerin reklamlarında rol alarak haksız rekabetin birer parçası oluyorlar.
Başarısızlık tezlerinden ve gerçek örneklerden yola çıkarak başarının antitezi oluşturulabilir. Peki o zaman reklamın etkin kullanımı, reklamda başarının anahtarı nedir? İçinde bulunulan, ürünü sunduğumuz pazarın alıcısının değer yargılarını ve algılarını tanımlayabilmek, reklamın esas amacının ürünü tanıtmak olduğunun bilinciyle doğru, güvenilir, izleyiciye saygı gösteren ama aynı anda da ilgi çekici ve cazip olmasını bilen reklam başarının kapılarını açacaktır. Harika bir tasarım, doğru bir fikir, tutarlı bir iletişim ve yaratıcılık birleşince amacınıza ulaşmanız ayrışmanın zor olduğu pazarda bile sizi başarıya taşıyacaktır. Eğer hala istenilene ulaşamıyorsanız yapılması gereken reklamı değil ürünü değiştirmek olacaktır. Umarız ülkemiz reklamcıları da ülke değerlerini düşünürler ve firmalarımıza katma değer yaratmaya çabalarlar.
GÖKHAN KILLIOĞLU
30 Kasım 2007 Cuma
KARINCA
Önceden böyle değildim.
Öyle bir içime işlemiş ki daha dün gibi hatırlıyorum her şeyi.
O gün çektiğim yeni fotoğrafların ve kaydettiğim farklı seslerin verdiği heyecanla bir solukta üçüncü kata çıkmış, kapının önünde gördüğüm bir sürü ayakkabı heyecanımı daha da artırmıştı. Sonra cebimdeki kâğıt parçaları arasından anahtarı aceleyle çıkartıp, iki yıldır ölmekte direnen babamın gözlerinin bir daha açılmamacasına kapanmasını umarak içeri girmiş, manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım.
Hâlâ yaşıyordu. Çantamı odaya bıraktıktan sonra yüzüme giydirdiğim üzüntü ifadesiyle -başıma gelebilecek en kötü şeyi düşündüm- yatağın sol ucunda yarı oturan kapı komşumuz ile diğer tarafında solgunca duran birkaç sevmediğim akrabamıza kafamı hafifçe salladım. Bu ne iyi ettiniz de geldiniz demekti. Düşündüğüm tek şeyse acıyı fotoğraf karesine hapsetmekti. Daha sonra zili çalan üst kattaki, hep rahmetli anneme benzettiğim, dolgun bacaklı kadının yanıma kadar gelip “Ah, Kaan Bey evladım metin olmalısın,” sözleri dayanılacak gibi değildi.
Leylâ, kaşığında kalan dondurma parçasıyla birlikte beni ürküntüyle dinliyordu. Her şeyi, ne var ne yoksa her şeyi, bilmesini istiyordum. Leylâ’nın “Bir insan babasının ölmesini nasıl isteyebilir?” derken ki bakışını hiç unutamam. Anlatmaya daha kısık sesle devam ettim:
“O kahkahaları da hiçbir zaman unutamadım. Aradan bir asır geçse bile yüz ifadem gözümün önünden gitmeyecek, gülme sesleri cümlelerime karışıp beni takip edecek. Bu beni boğuyor. Beklediğim en sonunda gerçekleşti. Tek iyi yanım, sürekli çevirip durduğum tahta çemberin etrafında dolanan karıncayı hep farklı karınca sanmammış. Hep böyle derdi babam. Evet, artık öldü.”
Etrafımızda bizi dinleyen var mı diye bakındım. Az önceki kişiler yoktu. Bir yudum su içtim ve kaldığım yere döndüm.
“Odada kimsenin olmadığı bir anda fotoğraf makinesiyle babamın dudağının kenarındaki kanın resmini çekmiştim.” Âdeta sırtıma binip tüm gücüyle bastıran bu lafı bir nefeste söyledim.
“Muhterem ölü, sahi sübhaneke nasıl başlıyordu? Ardından söylediğim bu cümle, bir anda beni kahkahaya boğunca, ağzımdaki kararmış sakızı babamın yüzüne fırlatmış, içeri birinin girmekte olduğunu fark edince de sakızı babamın hâlâ sıcaklığı geçmeyen yanağından hemen alıp ağzıma tekrar atmış ve ağlamaya başlayarak gülme seslerini gizlemeye çalışmıştım. Buradaki ‘bir’ deyişi önemli. Hepsini toplasan ya bir eder ya da etmez. Ben etmeyenlerdendim. Her iki yanıma istediğin kadar sıfır koy aynı kalıyordum.”
“Şimdi, matematiğe ilginin böyle başladığını demeyeceksin, değil mi?” diye söze girdi Leylâ. Yüzündeki anlam aynıydı: Solgun, ürkek, belki kızgın. Bir yudum daha su içmek istedim, bitmişti, içim yandı. Bakışlarım parmaklarına doğru kayarken “Elbette ki değil” dedim. Bir süre sessiz kaldık. “Dondurmanın çikolatalı kısmını yerken gözlerini kısışın ve çikolatanın eline damlayışı yok mu…” diye içimden geçirdim. Yoksa hâlâ her şeyi söyleyemiyor muyum? O sırada garson kız galiba üçüncü kez geldi ve “Başka bir şey arzu eder misiniz?” dedi nazikçe. Gözlerim ister istemez gümüş kolyeli kızın tenine uyum sağlayan beyaz giysisine takıldı. Bir şişe su daha getirmesini rica ettim.
Leylâ’nın biraz duraksayarak “Çok ilgili baktın” sözüne “Evet, güzel kız doğrusu ama sadece o kadar,” diye cevap verince rahatladığını hissettim. En azından öyle olduğunu sanıyordum. Sonra Leylâ, konuyu bir anda değiştirdi:
“Biliyor musun dondurma yemek, özellikle en dipteki çikolatasını yemek, bana hep salıncakları anımsatıyor.”
“Daha çok çocukken sevildiği için mi?” Dudaklarım başka, içim başka söylüyordu. Aklımın ipleri hâlen geçmişteydi, Leylâ ise beni kendine doğru çekiyordu. Buna bir süre izin verdim.
“Buradaki en dipte lafım önemli.” Gülümsedi. Anlatmaya başladığım anki yüzünün şekli ilk defa değişmişti. Doğrusu güzel gamzeleri vardı. Öylece baktım; çukurlarına sığınabilirdim. Acaba anladı mı? Bir şey diyemedim, sonra sözlerine devam etti:
“Dedem yazları, biz küçükken, dut ağacının kalın dallarına dırmaç bağlayıp salıncak yapardı. Biz; köydeki en sevdiğim arkadaşım Bahar ve ben. Üzerine minder koyup sırasıyla salıncağa binerdik. Bunun için de kim önce sallayacak diye aramızda bir anlaşma yapardık. Nedendir bilmiyorum her seferinde ben son sallayan kişi olmak isterdim. Yok, aslında biliyordum. Önce o çıkardı mindere. İstediği kadar göklerde uçururdum. Sonra sıra bana gelir ama bazı zamanlarda dedem, “Bırakın oyunu artık, haydi yemeğe,” dediğinde salıncağı bırakmak zorunda kalırdık. E şimdi bunun dondurmayla ne ilgisi var diyeceksin değil mi?”
“Evet, tam da onu söylemek üzereydim.”
“Genellikle dondurmanın önce vanilyalı kısmını bitiririm, çikolatalı -en güzel- yerini ise hep en son yemek isterim.”
“Ve böyle yine eline damlatırsın sonunda di mi?” İkimiz de güldük.
“Şimdi anlatmayı sürdürme sırası sende...” diyince aynı noktaya geldim, bundan sonrası daha da karanlık olabilirdi.
Saatlerdir aynı yerdeydik. Bir taraftan aklım sonuçlardaydı. Gökyüzü kararıyor, pastane yavaş yavaş boşalıyordu. İkimizin dışında sadece birkaç kişi kalmıştı. Çantamdaki fotoğrafları çıkararak konuşmamı fısıltıyla devam ettirdim:
“Toprağa verene kadar daha birçok fotoğrafını çektim babamın. Soranlara hatıra kalması için diyordum. İşte, hepsi burada.” Bir yandan pastaneye giren var mı diye bakıyor, bir yandan da resimleri tek tek gösteriyordum.
“Bu nefesini verdiği ilk an, bu kefene sarılıyken, bu tabutta taşınırken, bu cenaze namazı kılınırken, bu üzerine toprak atılırken, bu..”
“Lütfen yeter artık!” Garson kız ve sarı giysili olduğu hemen gözüme çarpan bir kadın dönüp bize bakınca bir şey yok gibi el işareti yaptım.
“Biraz daha bağır. Sokaktan geçenler sesini duymamıştır belki!” Tuhaf, gözlerim irice göğüslerine takıldı.
“Ben kalkıyorum. Sana daha fazla katlanamam! Oysa ne umutlarım vardı seninle ilgili.”
“Umut.” Yutkundum. Sustum, devam edemedim. Çok mu kırıcı oldum yoksa... O anda geri dönüşü olmayan bir yola saptığımı ve son hız ilerlerken duvara çarptığımı hissettim.
İçerideki hava ansızın değişti, fırtınaya döndü sanki. Ve Leylâ kalkıp gitti.
Sonra hesabı ödeyerek oradan hızlı adımlarla uzaklaştım.
Meyhanede birkaç bira içip eve gecenin ilerleyen saatlerinde geldim. İnsanın evinin olması güzel ama kapıyı açacak kimsesinin olmaması ne kötü, diye düşündüm apartmanın girişinde. Asansörün düğmesine bastım; birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat. Durdu. Anahtarı kapının deliğine sokup içeri girdim. Ayakkabılarımı dışarıda bıraktım. Evde çıt yok. Aranın, sonra da misafir odasının lambasına bastım. Moralim bozuktu bozuk olmasına ama atama sonuçlarını öğrenmeliydim. Bilgisayarı açtım, kasadan çıkan cızırtıyla bir an için rahatladım. İnternete girdim. Sonuçlar açıklanmıştı. Sayfaya kimlik numaramı heyecan içinde yazdım. Önce Ağrı-Eleşkirt yazısını gördüm, sonra ‘atandınız’ yazan yeri. Artık hiç bilmediğim bir köyün matematik öğretmeniydim.
O sabah, İstanbul’dan ayrılmak üzere hazırlıklara başladım.
Alışmam hiç kolay olmadı.
Doğanın sertliği Ağrı Dağı’nın bazı zamanlar ne dediğini bile anlamadığım insanlarının yüzüne sinmiş burada. Tezek taşıyan kadınları, kazların peşinde koşan ufak çocukları, tek katlı taş evleri, taşlı tozlu yolları, her tarafı çepeçevre saran heybetli dağları, hâlen süren kan davaları, doğru düzgün akmayan suları, sürekli kesilen elektriği… ile çok uzak bir şehir Ağrı. İsmi gibi her daim sancılı.
Öğrencilerimin çoğu küçükbaş hayvan güttüğünden ve bazıları da pancar tarlalarında çalıştığından dersler başlayalı çok olmadı. Çocuklar beni çok sevdi. Hele Hasan... Onlara yeni oyunlar buluyorum. İstanbullu öğretmenimiz var diye övünüyorlar. Yine de günler geçmek bilmiyor, ders ücretlerini almak için ilçeye inmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Teneffüsteyiz şimdi. Pencereye yanağımı dayamışım. Çocuklar dışarıda koşturuyorlar. İçimde Leylâ’nın mezarı. Her gün bir avuç toprak atıyorum. Beni terk edip gitmese onu bu kadar arar mıydım bilmiyorum. Bir de babam... Resimler gözümün önünden gitmiyor. Ya o sesler? Benimleler. Hep. Evet, değiştim. Geçmişimde dağ gibi biriken kelimeleri karşıdan hızla gelmekte olan -okulda tek sevdiğim- Eylül Öğretmen yıkıyor. Sonra sınıfa giriyor, omzuma dokunuyor, ellerine bakıyorum, kırmızı ojeli. Yüzünde endişe. Hemen konuya giriyor:
“Dün, hani şu kaybolan öğrencin Hasan’ın kardeşini elinde bir aygıt ve küçük bir kasetle yakaladım. Ne olduğunu sordum. Önce söylememekte diretti. Israr edince, bir yerden buldum, dedi.” Nefes nefeseydi.
“Nereden bulmuş?” Tahta çemberimde bir karınca peyda oldu.
“Biraz zorlayınca anlattı. Sen dışarıdayken çantanı karıştırmış haylaz. Neden karıştırdın diye kulağını çektim. Onu söylemedi. Sonra işte o kaset ve galiba ses aygıtı. Elinden çekip aldım.”
“Dinledin mi yoksa?” Zihnimdeki çemberin içinde karınca hiç durmadan dolanıp durdu.
“Sana teslim edecektim ama doğrusu içinde ne olduğunu merak ettim. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Akşam dayanamayıp kaseti dinlemeye başladım. İlk başta ne olduğunu anlamadım. Zırıltılıydı. Boğuk seslerin ardından ağlama sesleri geldi. Bir kalabalıktaydı sanki. Sesler haykırışa dönüştü. Kendimi çok kötü hissettim. Allah aşkına nedir bunlar böyle?”
Söyleyemezdim. Babamın cenazesinin olduğu gün evdeki ve mezarlıktaki yakarışları ses aygıtına kaydedip otobüste, vapurda, her yerde dinlemekten zevk aldığımı, şimdiyse eskisi gibi olmadığımı söyleyemezdim.
Anlamazdı.
Sustum.
Zor bir gün oldu. Dersi erken bitirdim. Beni iyi edecek tek şey Eleşkirt’e gidip bankadan parayı almaktı. Yolda ağır ağır ilerlerken, telefonu elime almış, ilk geldiğim gün buraya beni getiren taksiciyi tam çağırmaya hazırlanıyordum ki yanıma kadar yaklaşan beyaz arabadan okulumuzun müdürü “Merkeze gidiyorsan hadi atla,” diyince dayanamayıp bindim.
“Sizi de rahatsız ettim ama..” diye söze başladım. Her zaman olduğu gibi cümlemi tamamlayamadan araya girdi.
“Olur mu hiç öyle şey. Aslında bakarsan bugün ders ücretlerini almaya gideceğini biliyordum Okuldan çıkışını bekledim. Seninle konuşmak istediğim bir konu var.” Bir yandan anlatıyor, bir yandan da gözünü yoldan ayırmıyordu. Köy yolunda zıplayarak ilerliyorduk.
“Hayrola nedir konu?”
“Geçen akşam kapı sertçe çalındı. Televizyonda bir tartışma izliyordum. Yerimden kalkana kadar yumrukladı allahsızın biri. Sonra kapıyı açtım ki bizim Fahri.
“Fahri?”
“Senin Hasan’ın babası.”
“Ha, tamam. Peki sonra?”
“İçeri geçtik. Divana oturduk. Kaan Öğretmenle ilgili diyeceklerim var, dedi.”
“Ne derdi varmış yine?”
“Hasan’ın önceleri sessiz sakin bir çocuk olduğundan, eve gelir gelmez derslerini yaptığından, başarılı da olduğundan, daha bir gün olsun ona karşı gelmediğinden falan bahsetti ilkin. Sonra bir gün onlara gitmişsin. Köydeki çocukları da toplayıp evlerinin önündeki demire oynamaları için el örgüsü bir ip bağlamışsın.”
“Ne varmış bunda?”
Sağlık ocağı, ilçe merkezine yaklaştığımızı haber veriyordu. Sokaklarda yürüyen insanlar da giderek çoğalıyordu. Bir an dalıp gittim. Gökyüzü bile bana solgun geldi. Bu yeri bir kere daha sevmediğimi hissettim. Keşke geri gelmesem, diye düşündüm. Müdür, konuşmasını sürdürdü:
“Hasan, artık babasının söylediklerini yapmaz olmuş. Babası ne söylese itiraz ediyormuş. Hatta babasına elini bile kaldırmış. Onu sen böyle yapmışsın. Ağrı’dan kurtul demişsin. O da kaçıp gitmiş.”
Bankanın önüne kadar geldik. Müdür Bey, teşekkür ederim, dedim. Ve buradan kurtulduysa eğer kendi tercihidir, inanın bunda hiçbir etkim olmadı, diye de ekledim. Cevap vermedi. Sonra arabadan indim.
Sabahtan beri birkaç lokma dışında bir şey yemeyişim, ders anlatmaktan kuruyan boğazım, Eylül’ün kaseti dinleyişi, müdürün katlandığım konuşmasından sonra, bir de bankada dakikalardır sıra beklemekten bitap düşmüşüm. Numara hiç ilerlemiyor sanki. Neden bankamatik kartı çıkartmadım ki, diye kendime kızıyorum. Cama yaslanıp bankaya girip çıkanları seyrediyorum. Bir şehrin insanlarını tanımanın en iyi yöntemlerinden birisi bu, diye içimden geçiriyorum.
Kucağında çocuğuyla gelen kara çarşaflı kadın ve terlikleriyle sabırsızca bekleyen iki çocuk görüş alanıma giriyor. Hepsinin hareketlerini takip etmeye çalışıyorum. Işık yanıyor; on beşinci sıra. Kâğıda tekrar bakıyorum, on dokuz yazıyor.
Kravatlı genç bir adam, uzun beyaz sakallı ihtiyara yer veriyor. Bir asker içeri giriyor, doğruca görevli memurun yanına gidiyor. Sonra zihnim bulanmaya başlıyor.
Camın soğukluğu... Babamın bembeyaz yüzü... Leylâ’nın eline damlayan dondurma parçası…
On altı. Babamın dudağındaki kan… İçeri Hasan’ın babası giriyor... Neydi adı… Fahri… Köşede bekliyor… Elinde bir çanta... Hiç durmadan sallanan ip... Leylâ’nın koca memeleri…
On yedi. Yanağımdaki karınca... Çantanın açılışı... Eylül’ün dinlediği çığlık... Mezarlık... Babamı son görüşüm... Ağzımdaki kararmış sakız... O…
On sekiz. Çantadan tabancasını çıkarıp namluyu bana doğrultuşu... Herkesin telaşla kaçışı… Yerimden kımıldamayışım... Sonra üzerime doğru ateş edişi...
Konuk Yazar: GÖKHAN ÇOBAN
(Not: Koridor dergisinin 2. sayısında yayımlanmıştır)
Öyle bir içime işlemiş ki daha dün gibi hatırlıyorum her şeyi.
O gün çektiğim yeni fotoğrafların ve kaydettiğim farklı seslerin verdiği heyecanla bir solukta üçüncü kata çıkmış, kapının önünde gördüğüm bir sürü ayakkabı heyecanımı daha da artırmıştı. Sonra cebimdeki kâğıt parçaları arasından anahtarı aceleyle çıkartıp, iki yıldır ölmekte direnen babamın gözlerinin bir daha açılmamacasına kapanmasını umarak içeri girmiş, manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım.
Hâlâ yaşıyordu. Çantamı odaya bıraktıktan sonra yüzüme giydirdiğim üzüntü ifadesiyle -başıma gelebilecek en kötü şeyi düşündüm- yatağın sol ucunda yarı oturan kapı komşumuz ile diğer tarafında solgunca duran birkaç sevmediğim akrabamıza kafamı hafifçe salladım. Bu ne iyi ettiniz de geldiniz demekti. Düşündüğüm tek şeyse acıyı fotoğraf karesine hapsetmekti. Daha sonra zili çalan üst kattaki, hep rahmetli anneme benzettiğim, dolgun bacaklı kadının yanıma kadar gelip “Ah, Kaan Bey evladım metin olmalısın,” sözleri dayanılacak gibi değildi.
Leylâ, kaşığında kalan dondurma parçasıyla birlikte beni ürküntüyle dinliyordu. Her şeyi, ne var ne yoksa her şeyi, bilmesini istiyordum. Leylâ’nın “Bir insan babasının ölmesini nasıl isteyebilir?” derken ki bakışını hiç unutamam. Anlatmaya daha kısık sesle devam ettim:
“O kahkahaları da hiçbir zaman unutamadım. Aradan bir asır geçse bile yüz ifadem gözümün önünden gitmeyecek, gülme sesleri cümlelerime karışıp beni takip edecek. Bu beni boğuyor. Beklediğim en sonunda gerçekleşti. Tek iyi yanım, sürekli çevirip durduğum tahta çemberin etrafında dolanan karıncayı hep farklı karınca sanmammış. Hep böyle derdi babam. Evet, artık öldü.”
Etrafımızda bizi dinleyen var mı diye bakındım. Az önceki kişiler yoktu. Bir yudum su içtim ve kaldığım yere döndüm.
“Odada kimsenin olmadığı bir anda fotoğraf makinesiyle babamın dudağının kenarındaki kanın resmini çekmiştim.” Âdeta sırtıma binip tüm gücüyle bastıran bu lafı bir nefeste söyledim.
“Muhterem ölü, sahi sübhaneke nasıl başlıyordu? Ardından söylediğim bu cümle, bir anda beni kahkahaya boğunca, ağzımdaki kararmış sakızı babamın yüzüne fırlatmış, içeri birinin girmekte olduğunu fark edince de sakızı babamın hâlâ sıcaklığı geçmeyen yanağından hemen alıp ağzıma tekrar atmış ve ağlamaya başlayarak gülme seslerini gizlemeye çalışmıştım. Buradaki ‘bir’ deyişi önemli. Hepsini toplasan ya bir eder ya da etmez. Ben etmeyenlerdendim. Her iki yanıma istediğin kadar sıfır koy aynı kalıyordum.”
“Şimdi, matematiğe ilginin böyle başladığını demeyeceksin, değil mi?” diye söze girdi Leylâ. Yüzündeki anlam aynıydı: Solgun, ürkek, belki kızgın. Bir yudum daha su içmek istedim, bitmişti, içim yandı. Bakışlarım parmaklarına doğru kayarken “Elbette ki değil” dedim. Bir süre sessiz kaldık. “Dondurmanın çikolatalı kısmını yerken gözlerini kısışın ve çikolatanın eline damlayışı yok mu…” diye içimden geçirdim. Yoksa hâlâ her şeyi söyleyemiyor muyum? O sırada garson kız galiba üçüncü kez geldi ve “Başka bir şey arzu eder misiniz?” dedi nazikçe. Gözlerim ister istemez gümüş kolyeli kızın tenine uyum sağlayan beyaz giysisine takıldı. Bir şişe su daha getirmesini rica ettim.
Leylâ’nın biraz duraksayarak “Çok ilgili baktın” sözüne “Evet, güzel kız doğrusu ama sadece o kadar,” diye cevap verince rahatladığını hissettim. En azından öyle olduğunu sanıyordum. Sonra Leylâ, konuyu bir anda değiştirdi:
“Biliyor musun dondurma yemek, özellikle en dipteki çikolatasını yemek, bana hep salıncakları anımsatıyor.”
“Daha çok çocukken sevildiği için mi?” Dudaklarım başka, içim başka söylüyordu. Aklımın ipleri hâlen geçmişteydi, Leylâ ise beni kendine doğru çekiyordu. Buna bir süre izin verdim.
“Buradaki en dipte lafım önemli.” Gülümsedi. Anlatmaya başladığım anki yüzünün şekli ilk defa değişmişti. Doğrusu güzel gamzeleri vardı. Öylece baktım; çukurlarına sığınabilirdim. Acaba anladı mı? Bir şey diyemedim, sonra sözlerine devam etti:
“Dedem yazları, biz küçükken, dut ağacının kalın dallarına dırmaç bağlayıp salıncak yapardı. Biz; köydeki en sevdiğim arkadaşım Bahar ve ben. Üzerine minder koyup sırasıyla salıncağa binerdik. Bunun için de kim önce sallayacak diye aramızda bir anlaşma yapardık. Nedendir bilmiyorum her seferinde ben son sallayan kişi olmak isterdim. Yok, aslında biliyordum. Önce o çıkardı mindere. İstediği kadar göklerde uçururdum. Sonra sıra bana gelir ama bazı zamanlarda dedem, “Bırakın oyunu artık, haydi yemeğe,” dediğinde salıncağı bırakmak zorunda kalırdık. E şimdi bunun dondurmayla ne ilgisi var diyeceksin değil mi?”
“Evet, tam da onu söylemek üzereydim.”
“Genellikle dondurmanın önce vanilyalı kısmını bitiririm, çikolatalı -en güzel- yerini ise hep en son yemek isterim.”
“Ve böyle yine eline damlatırsın sonunda di mi?” İkimiz de güldük.
“Şimdi anlatmayı sürdürme sırası sende...” diyince aynı noktaya geldim, bundan sonrası daha da karanlık olabilirdi.
Saatlerdir aynı yerdeydik. Bir taraftan aklım sonuçlardaydı. Gökyüzü kararıyor, pastane yavaş yavaş boşalıyordu. İkimizin dışında sadece birkaç kişi kalmıştı. Çantamdaki fotoğrafları çıkararak konuşmamı fısıltıyla devam ettirdim:
“Toprağa verene kadar daha birçok fotoğrafını çektim babamın. Soranlara hatıra kalması için diyordum. İşte, hepsi burada.” Bir yandan pastaneye giren var mı diye bakıyor, bir yandan da resimleri tek tek gösteriyordum.
“Bu nefesini verdiği ilk an, bu kefene sarılıyken, bu tabutta taşınırken, bu cenaze namazı kılınırken, bu üzerine toprak atılırken, bu..”
“Lütfen yeter artık!” Garson kız ve sarı giysili olduğu hemen gözüme çarpan bir kadın dönüp bize bakınca bir şey yok gibi el işareti yaptım.
“Biraz daha bağır. Sokaktan geçenler sesini duymamıştır belki!” Tuhaf, gözlerim irice göğüslerine takıldı.
“Ben kalkıyorum. Sana daha fazla katlanamam! Oysa ne umutlarım vardı seninle ilgili.”
“Umut.” Yutkundum. Sustum, devam edemedim. Çok mu kırıcı oldum yoksa... O anda geri dönüşü olmayan bir yola saptığımı ve son hız ilerlerken duvara çarptığımı hissettim.
İçerideki hava ansızın değişti, fırtınaya döndü sanki. Ve Leylâ kalkıp gitti.
Sonra hesabı ödeyerek oradan hızlı adımlarla uzaklaştım.
Meyhanede birkaç bira içip eve gecenin ilerleyen saatlerinde geldim. İnsanın evinin olması güzel ama kapıyı açacak kimsesinin olmaması ne kötü, diye düşündüm apartmanın girişinde. Asansörün düğmesine bastım; birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat. Durdu. Anahtarı kapının deliğine sokup içeri girdim. Ayakkabılarımı dışarıda bıraktım. Evde çıt yok. Aranın, sonra da misafir odasının lambasına bastım. Moralim bozuktu bozuk olmasına ama atama sonuçlarını öğrenmeliydim. Bilgisayarı açtım, kasadan çıkan cızırtıyla bir an için rahatladım. İnternete girdim. Sonuçlar açıklanmıştı. Sayfaya kimlik numaramı heyecan içinde yazdım. Önce Ağrı-Eleşkirt yazısını gördüm, sonra ‘atandınız’ yazan yeri. Artık hiç bilmediğim bir köyün matematik öğretmeniydim.
O sabah, İstanbul’dan ayrılmak üzere hazırlıklara başladım.
Alışmam hiç kolay olmadı.
Doğanın sertliği Ağrı Dağı’nın bazı zamanlar ne dediğini bile anlamadığım insanlarının yüzüne sinmiş burada. Tezek taşıyan kadınları, kazların peşinde koşan ufak çocukları, tek katlı taş evleri, taşlı tozlu yolları, her tarafı çepeçevre saran heybetli dağları, hâlen süren kan davaları, doğru düzgün akmayan suları, sürekli kesilen elektriği… ile çok uzak bir şehir Ağrı. İsmi gibi her daim sancılı.
Öğrencilerimin çoğu küçükbaş hayvan güttüğünden ve bazıları da pancar tarlalarında çalıştığından dersler başlayalı çok olmadı. Çocuklar beni çok sevdi. Hele Hasan... Onlara yeni oyunlar buluyorum. İstanbullu öğretmenimiz var diye övünüyorlar. Yine de günler geçmek bilmiyor, ders ücretlerini almak için ilçeye inmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Teneffüsteyiz şimdi. Pencereye yanağımı dayamışım. Çocuklar dışarıda koşturuyorlar. İçimde Leylâ’nın mezarı. Her gün bir avuç toprak atıyorum. Beni terk edip gitmese onu bu kadar arar mıydım bilmiyorum. Bir de babam... Resimler gözümün önünden gitmiyor. Ya o sesler? Benimleler. Hep. Evet, değiştim. Geçmişimde dağ gibi biriken kelimeleri karşıdan hızla gelmekte olan -okulda tek sevdiğim- Eylül Öğretmen yıkıyor. Sonra sınıfa giriyor, omzuma dokunuyor, ellerine bakıyorum, kırmızı ojeli. Yüzünde endişe. Hemen konuya giriyor:
“Dün, hani şu kaybolan öğrencin Hasan’ın kardeşini elinde bir aygıt ve küçük bir kasetle yakaladım. Ne olduğunu sordum. Önce söylememekte diretti. Israr edince, bir yerden buldum, dedi.” Nefes nefeseydi.
“Nereden bulmuş?” Tahta çemberimde bir karınca peyda oldu.
“Biraz zorlayınca anlattı. Sen dışarıdayken çantanı karıştırmış haylaz. Neden karıştırdın diye kulağını çektim. Onu söylemedi. Sonra işte o kaset ve galiba ses aygıtı. Elinden çekip aldım.”
“Dinledin mi yoksa?” Zihnimdeki çemberin içinde karınca hiç durmadan dolanıp durdu.
“Sana teslim edecektim ama doğrusu içinde ne olduğunu merak ettim. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Akşam dayanamayıp kaseti dinlemeye başladım. İlk başta ne olduğunu anlamadım. Zırıltılıydı. Boğuk seslerin ardından ağlama sesleri geldi. Bir kalabalıktaydı sanki. Sesler haykırışa dönüştü. Kendimi çok kötü hissettim. Allah aşkına nedir bunlar böyle?”
Söyleyemezdim. Babamın cenazesinin olduğu gün evdeki ve mezarlıktaki yakarışları ses aygıtına kaydedip otobüste, vapurda, her yerde dinlemekten zevk aldığımı, şimdiyse eskisi gibi olmadığımı söyleyemezdim.
Anlamazdı.
Sustum.
Zor bir gün oldu. Dersi erken bitirdim. Beni iyi edecek tek şey Eleşkirt’e gidip bankadan parayı almaktı. Yolda ağır ağır ilerlerken, telefonu elime almış, ilk geldiğim gün buraya beni getiren taksiciyi tam çağırmaya hazırlanıyordum ki yanıma kadar yaklaşan beyaz arabadan okulumuzun müdürü “Merkeze gidiyorsan hadi atla,” diyince dayanamayıp bindim.
“Sizi de rahatsız ettim ama..” diye söze başladım. Her zaman olduğu gibi cümlemi tamamlayamadan araya girdi.
“Olur mu hiç öyle şey. Aslında bakarsan bugün ders ücretlerini almaya gideceğini biliyordum Okuldan çıkışını bekledim. Seninle konuşmak istediğim bir konu var.” Bir yandan anlatıyor, bir yandan da gözünü yoldan ayırmıyordu. Köy yolunda zıplayarak ilerliyorduk.
“Hayrola nedir konu?”
“Geçen akşam kapı sertçe çalındı. Televizyonda bir tartışma izliyordum. Yerimden kalkana kadar yumrukladı allahsızın biri. Sonra kapıyı açtım ki bizim Fahri.
“Fahri?”
“Senin Hasan’ın babası.”
“Ha, tamam. Peki sonra?”
“İçeri geçtik. Divana oturduk. Kaan Öğretmenle ilgili diyeceklerim var, dedi.”
“Ne derdi varmış yine?”
“Hasan’ın önceleri sessiz sakin bir çocuk olduğundan, eve gelir gelmez derslerini yaptığından, başarılı da olduğundan, daha bir gün olsun ona karşı gelmediğinden falan bahsetti ilkin. Sonra bir gün onlara gitmişsin. Köydeki çocukları da toplayıp evlerinin önündeki demire oynamaları için el örgüsü bir ip bağlamışsın.”
“Ne varmış bunda?”
Sağlık ocağı, ilçe merkezine yaklaştığımızı haber veriyordu. Sokaklarda yürüyen insanlar da giderek çoğalıyordu. Bir an dalıp gittim. Gökyüzü bile bana solgun geldi. Bu yeri bir kere daha sevmediğimi hissettim. Keşke geri gelmesem, diye düşündüm. Müdür, konuşmasını sürdürdü:
“Hasan, artık babasının söylediklerini yapmaz olmuş. Babası ne söylese itiraz ediyormuş. Hatta babasına elini bile kaldırmış. Onu sen böyle yapmışsın. Ağrı’dan kurtul demişsin. O da kaçıp gitmiş.”
Bankanın önüne kadar geldik. Müdür Bey, teşekkür ederim, dedim. Ve buradan kurtulduysa eğer kendi tercihidir, inanın bunda hiçbir etkim olmadı, diye de ekledim. Cevap vermedi. Sonra arabadan indim.
Sabahtan beri birkaç lokma dışında bir şey yemeyişim, ders anlatmaktan kuruyan boğazım, Eylül’ün kaseti dinleyişi, müdürün katlandığım konuşmasından sonra, bir de bankada dakikalardır sıra beklemekten bitap düşmüşüm. Numara hiç ilerlemiyor sanki. Neden bankamatik kartı çıkartmadım ki, diye kendime kızıyorum. Cama yaslanıp bankaya girip çıkanları seyrediyorum. Bir şehrin insanlarını tanımanın en iyi yöntemlerinden birisi bu, diye içimden geçiriyorum.
Kucağında çocuğuyla gelen kara çarşaflı kadın ve terlikleriyle sabırsızca bekleyen iki çocuk görüş alanıma giriyor. Hepsinin hareketlerini takip etmeye çalışıyorum. Işık yanıyor; on beşinci sıra. Kâğıda tekrar bakıyorum, on dokuz yazıyor.
Kravatlı genç bir adam, uzun beyaz sakallı ihtiyara yer veriyor. Bir asker içeri giriyor, doğruca görevli memurun yanına gidiyor. Sonra zihnim bulanmaya başlıyor.
Camın soğukluğu... Babamın bembeyaz yüzü... Leylâ’nın eline damlayan dondurma parçası…
On altı. Babamın dudağındaki kan… İçeri Hasan’ın babası giriyor... Neydi adı… Fahri… Köşede bekliyor… Elinde bir çanta... Hiç durmadan sallanan ip... Leylâ’nın koca memeleri…
On yedi. Yanağımdaki karınca... Çantanın açılışı... Eylül’ün dinlediği çığlık... Mezarlık... Babamı son görüşüm... Ağzımdaki kararmış sakız... O…
On sekiz. Çantadan tabancasını çıkarıp namluyu bana doğrultuşu... Herkesin telaşla kaçışı… Yerimden kımıldamayışım... Sonra üzerime doğru ateş edişi...
Konuk Yazar: GÖKHAN ÇOBAN
(Not: Koridor dergisinin 2. sayısında yayımlanmıştır)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)