3 Şubat 2010 Çarşamba

KENDİNİ ARAYAN ADAM

Soğuk ve yağmurlu bir günde, en tenha zamanlarının birinde İstiklal Caddesi'ndeyim. Yürüyorum öylece. Neden buradayım öteki insanlar gibi bilmem. Neyi arıyorum, nereye gidiyorum böyle?
Tek başıma yürürken yolda, bir cevap buldum sorulara: Kendimi arıyorum dedim içimden, başka ne olabilir ki? Hiç durma, ara kendini öyleyse.

Bütünü oluşturmak için beni ben yapan parçaları bulmalıydım. Önünden geçtiğim insanların gözlerinin içine baktım birer birer. Kim bilir başka bir bedene bürünmüştüm belki de. Mandolinci kızı gördüm. Bir köşede oturmuş durmaksızın çalıyordu. Küçücük parmaklarından dökülen notalar beynimde yolculuğa çıkmışken işte dedim: Gözlerindeki umut parıltısı ! Herşeye rağmen onu yaşamaya devam ettiren umut; ondaki ben, benim bir parçam. İlk parça tamam, peki ya diğerleri ? Yürümeye devam...

Şu deliye de bir bak ! Yırtık, dökük, kirli... Ne üstte var ne başta. Para vermek istiyor yanından geçenlere. Kimi korkuyor ondan, kimi de acıyor ona tebessümle. O ise, sessiz bir kahkaha atıyor şu dünyanın haline: "Karşılıksız verene deli dersiniz, niye? Madem öyle, uçsuz bucaksız delilik okyanusunun en büyük balığı ben olsam keşke. Umursama hiç dünyayı! Ne soranın var ne bilenin. Dal derinlere, yüz gönlünce! Sonra yorulunca bir ara, çık su yüzüne bak şu alame; ama şaşırma sakın bu evren niye böyle diye"
Bir ben daha bulmuştum başkasının içinde, bir parça daha benden...

Daha eksik parçalar var, biliyorum. Sağıma baktım yok, soluma baktım yok. Bir de yukarı baktım, gökyüzüne. Kuşları gördüm. Nasıl da uçuyorlar cıvıl cıvıl, İstanbul'a hükümran ve herşeyden öte alabildiğine özgür. Ben de tepeden bakmak isterdim şu aleme. Kuşlar kadar özgür olmanın sevinciyle uçmak ve uçmak...Belki biterdi arayışım. Bir parçam da göklerdeymiş meğer ! Peki ya diğeri, son kalan; o nerede?

Mağaza vitrinlerinin buğulu camlarına göz attım. Kimin bu solgun yüz camda bana bakan; çıkartamadım.
Tünel'deki sergide eski İstanbul fotoğraflarına baktım birer birer. Zaman olup akmış mıydım ki geçmişe? Ama yok, yoktu işte !

Soğuk daha da içimi titretmeye, yağmur daha da hızlı yağmaya başladı şimdi. Yoksa, bu yağmur damlaları bensizliğin çaresizliğiyle dökülen gözyaşlarım mıydı?
Umudum azalıyor. Çok yorgunum ama yürümeye devam...

Ara sokaklara daldım; belki orada biryerlerde kaybetmiştim son kalan parçamı. Ara sokaklar! Her zamanki gibi keşfedilmeyi bekleyen...
Sokakların birinde, ısınmak için yaktığı ateşin önünde oturup tek malvarlığı şarabını yudumlayan, ak saçları uzun sakalına karışmış yaşlı bir adama rastladım. Gözlerine baktım. Bir bilge gibi derin bakışları vardı. Buraları iyi biliyor olmalıydı, olsa olsa o bana yol gösterebilirdi. Yavaşça yanına yaklaştım ve ürkek bir sesle sordum:
"Kendimi arıyorum ben. 'Ben'in özlemiyle seyyah oldum yollara düştüm. Bakabileceğim en uzak yerlere baktım. Bana yardım edebilir misiniz, nerede bu 'Ben' ?

Uzun zamandan beri bu soruyu bekliyormuşçasına bana baktı ve "Çok uzaklarda arama boşa. Kendi gözlerinin içine bak; aklının derinliğine in ve bekle, bulacaksın" dedi.
Kafam çok karıştı. Ne demekti bütün bu sözler?

O ise hiçbir şey olmamış gibi şarabından son bir yudum daha aldı, hafifçe gülümsedi ve aniden yok oldu. Belki çok yakınımdaydı. Nefesimi hissedebiliyordu. Korkularımı biliyordu. Ama yoktu işte, illa ki yoktu.

Anlaşıldı; bulamayacaktım. Akşam oldu, vakit tamam. Hüzünle de olsa dönmek zorundayım, yolcu yolunda gerek. Sonsuzluğa giden karanlık yolda yürürken birden silkindim. Ve uyandım...Kan ter içinde kalmışım. Bütün bunlar 'düş'müş.

Perdeyi araladım. Güneş parlıyordu. İçime bir aydınlık doğdu. Ve bulmuştum sonunda: Düşümdeki kendini arayan adam, işte o 'Ben'dim...


"Kendini tanı, o zaman başkalarını ve evreni de tanıyacaksın."
Socrates